Küreselleşme süreciyle birlikte dünya ülkeleri, büyük ölçüde birbirlerine bağımlı hale gelmiş, ulus-devlet ve ulusal sınırlar gibi kavramların anlamlarında aşınmalar yaşanmıştır. Anthony Giddens’ın ifadesiyle “ülkeler arasındaki sınırları aşan toplumsal, politik ve ekonomik bağlar, her bir ülkede yaşayanların kaderini önemli ölçüde etkilemektedir… Dünya üzerinde hiçbir ülkedeki yaşam, artık diğerlerinden bütünüyle ayrılmış değildir” (2000: 67). En genel ifadesiyle küreselleşme, dünya toplumunun artan “karşılıklı bağımlılığını” anlatmaktadır.

Tüm dünyayı etkileyen küreselleşme kavramının bakılan noktaya göre değişen çok sayıda farklı tanımı vardır. “Batılı ülkelerin temsil ettiği noktanın, insanlığın erişebileceği en üst siyasal/ekonomik aşama” olduğunu varsayan modernleşme kuramcılarına göre küreselleşme; Batılılaşma, modernleşme projesinin adlarından biridir (Alankuş 1998: 195). Eleştirel yaklaşım için ise küreselleşme, Batının ekonomik/siyasal/kültürel tektipleştirme çabasının adıdır. Morley ve Robins’in belirttiği gibi, “küresel kapitalizm, kendini tarih-aşırı ve ulus-aşırı olarak, modernleşmenin ve modernliğin aşkın ve evrenselleştirici gücü olarak sunmuş olmasına rağmen, gerçekte Batılılaşma demektir” ( 1995: 151). Bu iki farklı yaklaşım içinde “Batılılaşma” kavramı da farklı şeylere gönderme yapmaktadır. Birincisinde, “ilerleme, kalkınma, modernleşme” olarak sunulan Batılılaşma, ikincisinde “Batı gibi olma”, “ona benzeme”, “onun kalıpları ve tanımları içinde var olma” anlamı taşır.

Önce ekonomik boyutuyla karşımıza çıkan ve bu haliyle hiç de yeni bir şey olmayan küreselleşme[1], beraberinde ulusların/toplulukların siyasi ve kültürel açıdan da karşılıklı bağımlılığını doğurmuştur. Özellikle yeni iletişim teknolojilerinin “sınır-tanımazlığı” ile paralel biçimde kültürün küreselleşmesinden söz edilmeye başlanır. Küreselleşmenin belki de en tartışmalı boyutu “kültürel küreselleşme”dir. Hall, modern ve postmodern küreselleşme olmak üzere iki farklı küreselleşmeden söz eder (1998: 53). Modern küreselleşme, “ekonomik dolaşım”la sınırlı olan küreselleşmedir; postmodern kürselleşme kavramı ise bugün içinde bulunduğumuz, ekonomiden siyasete, çevreden kültüre tüm alanları kuşatan küreselleşmeyi ifade eder. Bu boyutuyla küreselleşme çoğu zaman, Batı emperyalizminin görünümlerinden biri, “dünyanın tektipleştirilmesi” ve homojenleşme gibi eleştirel kavramlar aracılığıyla tartışılmaktadır.

Bu çalışmada, küreselleşemeye ilişkin farklı görüşler ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede küreselleşmenin bir homojenleşme mi, yoksa farklılıkları ortaya çıkaran, onlara yeni temsil olanakları sağlayan bir süreç mi olduğu sorusuna yanıt aranmaktır.

Küreselleşmenin Boyutları

Aslında küreselleşme kavramı, muğlak bir kavramdır. “Hem dünyanın küçülmesine, hem de bir bütün olarak dünya bilincinin güçlenmesine gönderme yapar” (Robertson 1999: 21). Kavram iki ayrı süreci içinde barındırır; bu nedenle kimi zaman “dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçleri”, kimi zaman da “toplumların, toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını ifade etme süreci” olarak tanımlanır (Keyman ve Sarıbay 1998: 9). Yine bu muğlaklık nedeniyle Jameson’ın (1989) belirttiği gibi küreselleşmeyi tanımlama çabaları, sürecin kendisini değil, iyi ya da kötü etkilerini tartışan bazı ideolojik kalıplardan öteye gitmemektedir.

Jameson küreselleşmenin birbirleriyle bir arada işleyen beş farklı boyutundan söz eder. Bunlar, küreselleşmenin teknolojik, politik, kültürel, ekonomik ve toplumsal düzeyleridir (2000). Crochet (1996) ise küreselleşmeyi, ekonomik (metaların uluslar arası dolaşımı), politik (devletlerüstü örgütlerin kurulması) ve kültürel olmak üzere üçe ayırır (akt. Tutal 2004: 50). Bu boyutlar içinde en fazla ön plana çıkan, ekonomik boyuttur. Küreselleşmenin kültürel, politik ve toplumsal etkileri daha çok ekonomik boyuttan kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Steger, küreselleşmenin olumlu ya da olumsuz bir süreç olduğuna ilişkin anlatımları, küreselleşmenin “ideolojik boyutu” olarak adlandırır; “Bu anlatımların varlığı, küreselleşmenin sadece nesnel bir süreç olmayıp, aynı zamanda sürecin kendisini tanımlayan, anlatan ve analiz eden bir öyküler bileşimi olduğunu da göstermektedir” (2004: 10).. Küreselleşme sürecinde yerelin konumunu doğru tahlil edebilmek için ideolojik boyutun da gözden kaçırılmaması gerekir.

Küreselleşmeyi, dünya ülkelerinin giderek daha fazla birbirlerine bağımlı hale gelmeleri olarak tanımlamıştık. Küresel sistemde dünya ülkeleri, Uluslar Arası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar arası kuruluşlar aracılığıyla ekonomik açıdan birbirlerine, özellikle de Batılı ülkelere bağımlı hale gelmiştir. Ekonominin daha fazla uluslar arasılaşması yönündeki eğilim, çok uluslu şirketler tarafından geliştirilmiş ve Fordist kitle üretimi modellerinin temelleri üzerine inşa edilmiştir (Hall 1998). Bugün “ulusaşırı” şirketler halini alan bu şirketler, 1970’li yıllarda sadece “çokuluslu” şirket biçimindeydiler ve “bu ulus-ötesi devlerin ulusal hükümetler üzerindeki hakimiyetine dair politik korkulara yol açan yeni kapitalist gelişmenin ilk işareti ve semptomuydular” (Jameson 2000: 42).

Küresel ekonominin, küreselleşmenin kültürel ve politik yönüne kıyasla daha görünür ve kavranabilen bir kavram olduğunu söylemek mümkündür. Ulus-ötesi şirketlerin dünyanın dört bir tarafına yayılması, Batılı ülkelerin patentini taşıyan ürünlerin dünya ülkelerine, gerek ithal edilerek, gerekse de oralarda da üretilerek ulaştırılması küresel ekonominin en somut tablosudur. Küreselleşmeyi İngiltere bağlamında ele alan Hall, oluşan bu “yeni birikim, üretim ve tüketim rejimlerinin, küresel ekonomide yeni lider uluslar yarattığını” ve Britanya’nın ön sıradaki konumundan gittikçe uzaklaştığını söyler (1998: 43). Tutal’ın belirttiği gibi “sınırları geçersiz kılan ve uzaklık yakınlık mevhumlarını ortadan kaldıran küresel çağın ve enformasyon çağının eşanlı ortaya çıkışı, malların, hizmetlerin, iş imkanlarının, paranın ve haberlerin-bilgilerin dolaşımında uzamla ve ulusal mekanla yeni bir tür ilişkinin doğmasına” yol açmıştır (2004: 46). Ancak bu durum, liberal yaklaşımın savunduğunun aksine, bir merkezsizleşmeyi değil, ekonomik gücü elinde bulunduran ülkelerin merkezi konumunun devamını doğurmaktadır. “Dünya ticaretinin önemli kısmı, OECD üyesi ülkeler arasında gerçekleşmekte,… Fakir ülkelerin çoğu ticari yatırımlar ve mübadeleler akışının dışında kalmaktadır” (Serclens’ın dan akt. Tutal, 2004: 47).

Küreselleşme genel olarak hareket ve dolaşım boyutlarında tanımlanmaktadır. “Hareket ve dolaşım; sermayenin, ürün ve hizmetlerin, insanların, simgelerin, sembollerin, anlamların ve mitlerin akışını kapsar (Öncü ve Weayland’dan akt. Kırca 2001: 183). Gelişen teknoloji ve küresel ekonomi; ürün ve hizmetlerin, sermaye ve insanların, hızlı biçimde hareketini sağlamıştır. Sembollerin, mitlerin ve anlamların dolaşımı –ve dönüşümü- ise büyük ölçüde kitle iletişim araçları yolu ile gerçekleşmektedir. 1980’li yılların sonunda başlayan ve zamanla tüm dünyaya yayılan medya sistemlerinin özelleşmesi, kablo ve uydu teknolojilerinin gelişimi, küresel ticaret ve medyanın yayılmasını kolaylaştırır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bu bölgedeki ülkelerde yaşanan pazar paylaşma yarışı, dünyanın liberal ekonomiye uyum sağlamaya çalışan tüm ülkelerinde yaşanmış, Batılı ulus aşırı iletişim şirketleri, hem teknoloji hem de medya içeriği açısından bu ülkelerin temel kaynağı olmuştur. Yayıncılık sisteminin dünya çapında deregulasyon ve liberalizasyonu, medyanın küreselleşmesinin kültürel etkilerine ilişkin tartışmalara da hız vermiştir.

Kültürel Emperyalizm ve Kültürel Küreselleşme Tezleri

Medyanın küreselleşmesinin kültürel etkileri genellikle iki temel yaklaşımla açıklanmaya çalışılır; birincisi baskınlık ve hegemonyaya vurgu yapan “kültürel emperyalizm” tezi, diğeri ise karşılıklı etkileşim ve farklılığa vurgu yapan “kültürel küreselleşme” tezidir. Kültürel emperyalizm tezi, 1960’lı yıllardan bu yana, medyanın küreselleşmesi ve onun ulusal yerel kültürlere etkisini açıklamak için kullanılan temel çerçeve olmuştur (Banerjee 2002: 519). “Kültürel emperyalizm” tezi, genel bir ifade ile, medya ürünleri ve hizmetlerinin gelişmiş sanayi ülkelerinden Üçüncü Dünya ülkelerine doğru tek yönlü akışının, bu ülkelerin kültür ve değerlerinde bir aşınma ve dönüşüme neden olduğu fikrini savunur. Bu görüşün savunucuları, küresel kültürel akıştaki dengesizliği, “ekonomik ve sosyal alanlardaki mevcut olan baskınlık ve tabiyet yapısının bir uzantısı olarak görürler (Banerjee 2002: 519). 1970’li yıllarda Herbert Schiller tarafından tanımlanan “kültürel emperyalizm” kavramı, kitle iletişiminin dünyadaki örgütlenme ekseninin, temelde Amerikan kökenli olması ve haberlerin dengesiz akışı gibi sorunlar etrafında tartışılmıştır (Mattelart & Mattelart 1998: 92, 93). Yine bu yıllarda ileti alış verişindeki dengesizlik konusu, UNESCO’ya kadar taşınan uluslar arası arenadaki önemli tartışma alanlarından biri olmuştur. Bilindiği gibi ABD’nin yeni enformasyon düzenindeki temel tezi “enformasyonun serbest dolaşımı” olmuştur. “Kültürel emperyalizm” tezi ise bu serbestliğin ekonomik ve siyasi bir güçle paralellik gösterdiği düşüncesini vurgulamaktadır.

Küreselleşme kavramı gibi “kültürel emperyalizm” teriminin de herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı bir tanımını yapmak mümkün değildir. Kavram genellikle ekonomik ve siyasi olan iki boyutundan birisi ön plana çıkartılarak ya da merkeze alınarak farklı biçimlerde tanımlanmaktadır. Ancak, Martin Barker’in tanımı, bu çalışmanın yaklaşımı ve temel sorunsalıyla da örtüşen bir tanım olarak karşımıza çıkmaktadır. Barker’e göre kültürel emperyalizm; “emperyalist denetim sürecinin, destekleyici özellikte kültür biçimlerinin ithal edilmesiyle takviye edilip kolaylaştırılması”na işaret etmektedir (akt. Tomlinson 1999: 15). İşte küreselleşmenin, tektipleştirme, homojenleşme olarak tanımlanmasının temel nedeni de ekonomik ve siyasi güçle paralel biçimde ithal edilen kültürün Batı, daha spesifik olarak da Amerikan kültürü olduğu savıdır. Jameson’ın sözleriyle ifade edecek olursak;

“Amerikan televizyonuna, müziğine, yiyeceğine, giysilerine ve filmlerine yer açmak için yerel popüler ya da geleneksel biçimlerin saf dışı edilmesi ya da dilsizleştirilmesi yoluyla dünya kültürünün tek tipleştirilmesi, birçokları tarafından kürselleşmenin esası olarak görülmüştür. Ve ABD modellerinin başka her şeyin yerini almasından duyulan bu korku, şimdi kültür alanından, geri kalan diğer kategorilerin üzerine dökülmektedir” (2000: 40).

Kültürel emperyalizm söyleminde kültür, “bir halkın, dönemin, grubun veya genel olarak insanlığın özgün bir yaşam tarzına işaret eden bir olgu” ve “entelektüel ve özellikle de sanatsal faaliyetin yarattığı eserler ve pratikler” anlamında kullanılmaktadır. Kültürü “özgün bir yaşam tarzı” olarak tanımladığımızda, farklı kültürlerden söz etmek mümkün olmaktadır. “Çoğul anlamda kültürlerden söz etmek (ise) insanlığın ‘doğru’ olan tek bir gelişme tarzı olduğu fikrine (ki bu Avrupa merkezli ‘medeniyet’ kavramında zımnen mevcuttur) meydan okumak demektir” (Tomlinson 1999: 18). Kültürel emperyalizm tezi, buna vurgu yaparak doğru bir başlangıç yapar. Çağdaş kültürel çalışmalarda kültür, “dilden, sanat, felsefe ve gazeteciliğe, modadan reklamcılığa kadar her şeyi içerir”. Bu kültür tanımı, medyayı kültüre ilişkin tartışmaların da merkezine yerleştirir. Öyle ki bazı kuramcılar için kültürel emperyalizm “medya emperyalizmi” demektir. Çağdaş dünyada sadece ekonomik ve siyasi alanlarda değil, toplulukların hayatlarına anlam verdikleri uygulamalar alanında da bir tahakküm biçimi mevcuttur. Medya da anlam üretiminin temel araçlarından biridir.

“Küresel kitle iletişimi” kavramı, teknoloji üretimi çevre ülkelere doğru yayılmaya başlasa da, içerik olarak ya da başka bir deyişle medya metinlerinin üretimi anlamında Batı kaynaklıdır. 1960’lı yıllarda dengesiz enformasyon akımı konusunda Üçüncü Dünya Ülkeleri lehine değişiklikler yapılması gereğini savunan Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni, uzun süren bir sessizlikten sonra bu kez kültürel ürünlerin ABD/Batı’dan Doğu’ya doğru akımı konusuna odaklanmıştır (Banerjee 2002: 518). Çünkü artık, “küresel kitle iletişimi” kavramıyla anlatılmak istenen, enformasyon ya da haberin ulusötesi haber ajansları aracılığıyla tek taraflı olarak dünyaya yayılmasından çok daha geniş ve boyutlu bir durumdur[2]. Hall, “küresel kitle kültürü, Batı merkezlidir ve daima İngilizce konuşur” (1998: 49) derken oldukça basit, fakat bir o kadar da önemli bir noktaya işaret etmektedir. Popüler müzik, popüler filmler, kısacası popüler olan hemen her şey İngilizce konuşur. Bu kültürün ikinci özelliği ise “kendine özgü türdeşleştirme” biçimi, yani “farklılıkları özümseyerek daha büyük, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir anlayışı olan çerçevenin içine yerleştirmek istemesidir” (1998: 49).

Kültürel emperyalizm tezi, daha genel anlamda bir modernizm ve modernleşme eleştirisini de içerir. Dünyayı tektipleştiren, her yeri birbirine benzer hale getiren şey –aynı otoyollar, arabalar, alış-veriş merkezleri, benzer binalar/evler…- modernleşmedir. Modernleşme süreci ve küresel kapitalizm en azından aynı ya da benzer tüketim biçimlerini sunarak bir benzerliğe neden olmaktadır. Frankfurt Okulu, film, televizyon, popüler müzik, radyo, gazeteler ve magazin dergilerinden oluşan eğlence sanayiini, “kültür sanayii” olarak adlandırır. Frankfurt Okulu yazarları “kültür sanayiinin, kolaycı ve bir-örnekleştirilmiş ürünleriyle birlikte yaygınlaşmasının, bireylerin eleştirel ve bağımsız düşünebilme yeteneklerini azalttığını ileri sürerler” (Giddens 2000: 402). Giddens, kitle iletişim araçları kanalıyla egemen biçimde Amerikan ürünlerinin dünya çapında yayıldığını rakamlarla anlatır. Buna göre 1920’lerde, konulu filmler ilk kez gün ışığına çıktığında, bütün dünyada gösterilen filmlerin beşte dördünü Hollywood üretmektedir. ABD bugün de bu alanda egemen konumunu sürdürür. Fransa gibi bazı Avrupa ya da Japonya gibi uzak doğu ülkelerinin filmleri dünyada gösterime girse de bunlar, Amerikan filmleriyle rekabet edebilecek durumda değillerdir. Yine Giddens’ın verdiği rakamlara göre İngiltere’de, her yıl sinemalarda gösterilen filmlerin yüzde 40’ını Amerikan filmleri oluşturur.

Yukarıda özetlenmeye çalışıldığı gibi, çeşitli boyutlarıyla yaşanan ve tanımlanan, durulan ve bakılan noktaya göre de çeşitli biçimlerde tanımlanan küreselleşme, tüm eleştirilere rağmen -Jameson’ın ifade ettiği gibi- geri döndürülemez bir süreçtir. Tüm dünyada küreselleşme karşıtı söylemlerle, küreselleşmenin vazgeçilmezliğini vurgulayan ve onu olumlayan söylemler bir arada var olmaya devam eder. Ancak, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinde olduğu gibi, küresel sistemi olumlayanlar da “küreselleşmeyi dünyanın mevcut hegemonik ekonomik, siyasal, kültürel sistem lehine ‘birleşmek’ ve ‘bütünleşmek’ üzere evrilmesi olarak” (Alankuş 2000: 296, 297) tanımlarken, küreselleşmeyi “homojenleşme” olarak görerek eleştirenlerle aynı noktaya gelmektedir. Küreselleşmeyi ve mevcut küresel sistemi eleştiren farklı epistomolojik kaynaklardan yola çıkan ve farklı politik projeler peşinde olan çeşitli yaklaşımlar söz konusudur. Bu farklı yaklaşımlar da küreselleşmenin; emperyalizmin günümüzde aldığı yeni biçim, Batı’nın/kapitalizmin çıkarları doğrultusundaki ekonomik/kültürel/siyasal bütünleş(tir)mesi olduğu konusunda uzlaşmış görünmektedirler” (Alankuş 2000: 297). Ancak ‘bütünleşme’ ve/veya ‘aynılaşma’ üzerine odaklanan görüşler, küreselleşmenin aynı zamanda yerelliklerin yeniden keşfi ve inşasını da içeren bir süreç olduğunu gözden kaçırmaktadır. Küreselleşme üzerine tartışmaların, açıklamaların; yerellik, melezlik ve bunlar arasındaki ilişkileri de içine alan daha geniş perspektiften yeniden ele alınması gerekmektedir.

KAYNAKÇA

ALANKUŞ-KURAL, Sevda. (1998). “Globalleşme/yerelleşme ve yerel medyanın imkanları”. Birikim Dergisi. Temmuz/Ağustos 1998. s: 195-209.

ALANKUŞ, Sevda. (2000). “Yerellikler, Yerelliğin İmkanları ve Yerel Medya”. Global Yerel Eksende Türkiye içinde Der: E.F. Keyman ve A. Y. Sarıbay. İstanbul: Alfa Yayınları, ss: 295-330.

BANERJEE, İndrajit. (2002). “The Local Strike Back? Media Globalization and Localization the New Asian Television Landscape”. International Communication Gazette, Vol: 64/6. pp: 517-535.

GIDDENS, Anthony. (2000). Sosyoloji. Ayraç Yayınevi. Ankara

HALL, Stuart. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”. Kültür, Küreselleşme, Dünya Sistemi içinde, Der: Anthony D. King. (Çev: G. Seçkin, Ü. H. Yoldaş). Ankara: Bilim ve Sanat Kitabevi. s: 39-61

JAMESON, Fredric. (2000). “Küreselleşme ve Politik Strateji”. Birikim Dergisi. Kasım 2000. s: 39-50.

KEYMAN, E. Fuat ve SARIBAY, Ali Yaşar. (1998). “Giriş: Küreselleşme, Siyaset ve Toplumsal Yaşam”. Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam içinde. Der: E. Fuat Keyman ve Yaşar Sarıbay. Konya: Vadi Yayınları. s: 9-13.

KIRCA, Süheyla. (2001). “Medya Ürünlerinin Küresel Yayılımı, Yerelleştirilmesi: Ulusaşırı Kimliklerin Yaratılması”. Doğu-Batı Dergisi. Mayıs, Haziran, Temmuz 2001. s:181-191.

MATTELARD, Armand & MATTELARD, Michele. (1998). İletişim Kuramları Tarihi, (Çev: M. Zıllıoğlu), İstanbul: İletişim Yayınevi.

MORLEY, David ve ROBINS, Kevin. (1995) Kimlik Mekanları; Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar. (Çev: E. Zeybekoğlu), İstanbul: Ayrıntı Yayınları

ROBERTSON, Roland. (1999). Küreselleşme, Toplum Kuramı ve Küresel Kültür. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi.

STEGER, Manfred B. (2004). Küreselleşme. (Çev: A. Ersoy). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

TOMLİNSON, John. (1999). Kültürel Emperyalizm, (Çev: E. Zeybekoğlu). İstanbul: Ayrıntı Yayınları

TUTAL, Nilgün. (2004). “Küreselleşme Söylemleri ve İletişimin Mitleştirilmesi”. İletişim Dergisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, S:19, ss: 45-69.

[1]- Küreselleşme kavramının 20. yüzyılda karşımıza çıkan yeni bir olgu olmadığına ilişkin iki farklı tartışma için bkz. Paul Hirst & Grahame Thompson, (2000). Küreselleşme Sorgulanıyor. Ankara: Dost Kitabevi ve Stuart Hall. (1998). “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”. Kültür, Küreselleşme, Dünya Sistemi içinde, Der: Anthony D. King. (Çev: G. Seçkin, Ü. H. Yoldaş). Ankara: Bilim ve Sanat Kitabevi. s: 39-61.

[2] Kitle iletişim araçlarının uluslar arası bağlamda kültüre olan etkilerine ilişkin “batı tipi modernleşme ve kalkınma modeli”, “kültürel gecikme kuramı” gibi farklı yaklaşımlar için bkz. İrfan Erdoğan & Korkmaz Alemdar (2002). Öteki Kuram; Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk Yayınları.
Son Güncelleme ( Pazartesi, 16 Haziran 2008 17:14 )