Doç. Dr. Mustafa Şentop

Yeni anayasa konusunun iki boyutu vardır. Birinci boyut, mutlak anlamda, anayasaların bir ideolojisi olabilir mi, sorusuyla ortaya çıkmaktadır. İkinci boyut ise ülkemize mahsustur; Türk anayasalarının bir ideolojisi var mıdır, varsa nasıl ortaya çıkmıştır?

 

Türkiye‘de, hemen hemen her tartışmanın sonunda, devletin temel ilkeleri, değişmez nitelikler, Cumhuriyet’in kazanımları gibi çeşitli değişik ifadelendirmelerle dile getirilen bir “doktrin”e, daha çok kullanılan bir ifade ile, bir “resmi ideoloji”ye varılmaktadır. Devletlerin kuruluşu sırasında belli bir “ideoloji”sinin olması, kurucu ideoloji veya kuruluş ideolojisi denilen bir ideolojisinin bulunması rastlanan bir durumdur. Böyle bir “ideoloji”nin, devlet faaliyetlerini etkilemesi, kamu hizmetlerinin yürütülmesi ve halka götürülmesi sırasında belirleyici olması, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin, siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlerin bu ideoloji istikametinde belirlenmesi ise hukuk, insan hakları ve demokrasi çerçevesinde tartışılması gereken bir meseledir.

 

Modern devlet, iddiaya göre, din eksenli devletlerin “ayrımcı” tutumlarından doğan hoşnutsuzlukları gidermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Resmi ideolojiler, dinin yerini alırsa, bir modern “din” olarak devletin işleyişinde belirleyici olursa, değişen sadece içerik olmaktadır; o zaman devlet-insan ilişkisindeki eski şekilden vazgeçildiği söylenemeyecektir. Hukuk ve temel haklarla ilgili kurallar bir ideoloji gözlüğünden bakılarak uygulandığında devlet-insan ilişkilerinin en temel esası olan “eşitlik” ortadan kalkacaktır.

 

Ayrıca, her fikir gibi, “resmi ideoloji” de zaman içinde bir değişim, bir evrim geçirebilecektir. Bu değişimin yönü nasıl olacaktır, ne istikamette olacaktır, buna kim / kimler karar verecektir? Sadece başlıklarına temas ettiğimiz bu tartışma bize bir gerçeği gösterecektir; gerçek bir hukuk devleti anlayışı ile “resmi ideoloji” bağdaşmaz, bir arada olamaz. Anayasa’ya “resmî ideoloji” nasıl girdi? Bu teorik mülahazaları bir yana bırakarak soralım, ülkemizde anayasal anlamda bir “resmi ideoloji” var mıdır? Anayasal anlamda derken, hukuk sisteminin kabul ettiğini, hukuken mevcut olanı kastediyoruz, yoksa, siyaset ve sosyoloji bakımından her zaman bir “resmi ideoloji” tartışması yapılabilir. Bağlayıcı olan, hukuken kabul edilmiş, bir hukuk metninde düzenlenmiş ideolojidir.

 

Ülkemizde bütün tartışmalar, her zaman, tarihî bir perspektiften mahrum olarak sürdürülmektedir. Ya konular belli bir tarihten başlatılarak, öncesi yok farz edilerek ele alınmakta, ya da öncesi ve sonrasından bağımsız bir nokta gibi değerlendirilmektedir. Tarih, siyaset tartışmacıları için, hamaset örnekleriyle doludur, sadece övünmek için başvurulan bilgi kaynağıdır. Tarihle bu şekilde bir alaka, çerez türünden bir alakadır. Halbuki tarih, bugünü doğru okumanın ve yarın hakkında isabetli tahminlerde bulunmanın anahtarıdır. Bugünün izlerini, kökenlerini, kaynaklarını ancak, biraz geriye giderek belirleyebiliriz.

 

Hemen hemen herkes, bu soruya olumlu cevap verecektir; “Türkiye‘de “devlet”in bir resmi ideolojisi vardır”. Peki, gerçek böyle midir? Bu önemli konuyu tam bir cevaba kavuşturmadan önce, çerçevesini belirleyecek bazı sorular soralım. Resmi ideoloji, kimin ideolojisidir? “Resmi kişiler” dediğimiz, sivil asker bürokrat, “kamu” sektörüne mensup kişilerin ideolojisi midir? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi midir? Askerlerin ideolojisi midir? Resmi ideoloji bu ifade edilen, kişi ve kişilere ait bir ideoloji olarak kabul edilemez. Bir kere, sivil asker bürokratlar, her zaman şahit olduğumuz üzere, bir fikir birliği içinde değillerdir; yetişme şartları, atanma ve terfi kriterleri ile tamamen dışarıya yalıtılmış bir hayat sürdüren asker bürokrasinin üst kademelerindeki kişiler arasında bile fikir ayrılıkları olduğunu biliyoruz. En azından, ülkemizde yaşanmış askerî darbeleri dikkate alacak olursak, 27 Mayıs darbesini yapanlarla, 12 Mart darbecileri, ya da 12 Eylül darbecileri ile 28 Şubatçılar aynı “resmi ideoloji” tanımına mı sahiptirler? Hatta, 27 Mayıs darbesini yapanların, Genelkurmay başkanını tutuklattıklarını ve üst düzey komutanları devre dışı bıraktıklarını dikkate alırsak, aynı dönemdeki askerler arasında bile bir “ideoloji” birliği olmadığını söyleyebiliriz. Yine, 12 Mart müdahalesi, 9 Mart’ta yapılması planlanan bir başka, “sol” darbeyi önlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. 28 Şubatçıların ise, 12 Mart ve 12 Eylül gibi nispeten, “muhafazakar darbe”lerle uyuşabilmesi mümkün değildir.

 

Bu tabloyu göz önüne aldığımızda, “resmi ideoloji hangisidir?” sorusunu sormak durumundayız. “Resmi ideoloji”, 27 Mayısçılarınki mi, 12 Martçılarınki mi, 12 Eylülcülerinki mi, yoksa 28 Şubatçılarınki mi? Bu kadar farklı izahları olduğu nazara alınırsa, belli, belirli bir “resmi ideoloji” vardır, denilebilir mi? Resmi ideolojiyi, kişiler veya kurumlar ekseninde değil, hukuk içinde aramak gerekir. Her şeyden önce, devletin temel hukuk metni olan anayasada resmi ideoloji var mıdır, varsa nasıldır? Buna bakmak lazım.

 

Yine konuya tam olarak girmeden, peşinen birkaç başlık söyleyelim. Türkiye‘de, Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan itibaren dört anayasa hazırlanmıştır. Bunlardan ilki, tek başına değerlendirilmemesi, 1876 Kanun-i Esasisi ile beraber ele alınması gereken 1921 Anayasası’dır. İkinci anayasa 1924 tarihlidir ve en uzun süre yürürlükte kalan anayasadır. Üçüncü anayasa 1961 tarihlidir. 1971-1973 arası dönemde çok önemli değişiklikler yapılmış olsa da, bu anayasa yürürlüğünü sürdürmüştür. 1982’de kabul edilen anayasa ise halen yürürlüktedir. Devletin temel yapısını ve kuruluşunu düzenleyen bu anayasalara baktığımızda, “resmi ideoloji” olarak nitelendirebileceğimiz hükümlerin, bir bakıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anayasası olan 1924 Anayasası’nda bulunmadığını hiç tereddütsüz ifade edebiliriz. Bu anayasada, “resmi ideoloji” unsuru olarak belirtilebilecek hiçbir hüküm yoktur. 1937 yılında, anayasaya ilave edilen, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı temel ilkesini, “resmi ideoloji” inşası olarak değerlendirmek yanlıştır. Bu anayasa değişikliğinin yapıldığı tarihin yıldönümlerinde yayımlanan mesajlar, tarihî gerçekliği bilmeden, sonradan yüklenen anlamlarla oluşturulmaktadır. Söz konusu değişikliğin nasıl gerçekleştiği TBMM Zabıt Ceridesi’nden ve o günün basın organlarından takip edilebilir.

 

Çok kısa değinecek olursak, 1937 yılının 2 Şubat’ında TBMM’de müzakere edilen teklif, 1924 Anayasası’nın 2, 44, 47, 48, 49, 50, 61, 74 ve 75. maddelerinin değiştirilmesini öngörmektedir. Konumuzla alakalı olan 2. madde değişikliği ile ilgili İsmet İnönü ve 153 arkadaşının vermiş olduğu metin şöyledir: “Türkiye Cümhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı olub resmi dili Türkçedir; makarri Ankara şehridir.” Bilindiği üzere, kanunların hangi maksatla teklif edildiği, bir değişiklik yapılıyorsa bunun ne için yapıldığı teklif gerekçesinde açıklanmaktadır. Bu teklifin gerekçesinde 2. maddedeki değişiklikle ilgili kısım aynen şöyledir: “Eldeki kanunun esas hükümleri gösteren faslının birinci maddesinde Türkiye Devletinin bir Cümhuriyet olduğu yazılı olub bununla yalnız devletin şekli beyan edilmiş oluyor. Halbuki, devletin şekille beraber siyaset ve idare tarzında takib edeceği ana vasıfların da esas hüküm olarak gösterilmiş olması lüzumludur. Bu düşünce ile 2’nci maddede milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laik ve inkılapçılık vasıfları da gösterilmiştir.” Devletin temel niteliklerinin anayasa metnine girişiyle ilgili gerekçe, sadece, bundan ibarettir. Metin, gayet mantıklıdır, hamaset ve dogmatik değerlendirmeler içermeyen bir izah mevcuttur. Anayasa neden ideolojik olmamalı Teklifin TBMM’de görüşülmesi sırasında hükümet adına söz alan Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya da, diğer milletvekilleri de, bugün bir tartışılmaz / kat’i hakikatmiş gibi ileri sürülen fikirlerden çok uzakta, meselenin, o günün şartları içinde bir siyasi tutum olduğunu, nihayetinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin prensiplerinin anayasaya geçirilmesi niyetiyle gerçekleştirildiğini ifade etmektedirler. Bu anayasa değişikliği, o günlerde, bazı Avrupa ülkelerinde de yaşanan parti – devlet bütünleşmesi siyaseti çerçevesinde gerçekleştirilmiş bir değişikliktir.

 

Nitekim, anayasa maddesi okunursa, bu altı ilkeye veya içlerinden birine, özellikle vurgu yapılmış olmadığını görmek mümkündür. Konuyu TBMM kaynaklarından ayrıntılarıyla açıklamak mümkündür. Kuruluş döneminin hiçbir ilkesinin bulunmadığı gibi abes bir iddia içinde değiliz. Dile getirmek istediğimiz, 1961 Anayasası’yla gelen “resmi ideoloji”nin kuruluş dönemiyle bir ilişkisinin bulunmadığı hususudur. Nitekim, 1961 Anayasası’nda, bu altı ilke kısmen değiştirilmiş, bazı yaklaşımlar da vurgulanmıştır. Böyle bir değişikliğin yapılamayacağını iddia etmiyoruz; 1961’le getirilen düzenlemenin 1924 Anayasası ve kuruluş felsefesine dayanmadığını, yeni bir şey olduğunu ifadeye çalışıyoruz. 1961’de, altı okun bir kısmı kaldırılmıştır; mesela, “halkçılık” ve “inkılapçılık” yoktur anayasada. Bazıları ise farklı bir şekle ve içeriğe sokulmuştur; mesela, “devletçilik” “sosyal devlet”e, “milliyetçilik” “milli”ye dönüştürülmüştür. 1937 değişikliğinde de yer alan “laiklik” ilkesi ise özel bir vurguya kavuşturulmuştur; böyle bir vurgunun 1937 değişikliğinde bulunmadığını özellikle belirtmek gerekir.

 

Bu çok önemli değişikliklerin açık bir anlamı vardır; 27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar, devlet için “yeni bir ideoloji” inşa etmektedirler. Bu da mümkündür; ancak, yapılanın konjonktürel olduğunu kabul etmek, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına dayanıyormuş gibi göstermemek ve “kutsal” bir metin olarak algılamamak şartıyla…

 

Resmî ideoloji’nin yaratıcısı 27 Mayıs darbesi 1961 Anayasası’na bakacak olursak, ikinci maddenin tamamen farklı bir şekilde düzenlendiğini görürüz. Metin şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, layik ve sosyal bir hukuk devletidir”. Görüleceği üzere, bu maddede, 1937 değişikliği ile anayasaya konulan milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri bulunmamaktadır. Üstelik, bu maddede de atıf yapılan “başlangıç” kısmında, “… Milli Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak …” denildiği halde… 1961 Anayasası’yla kurulan ideolojik çerçeve için, en önemli kısım, anayasanın “başlangıç” kısmıdır; böyle bir kısım 1924 Anayasası’nda yoktur. Hukuk kurallarının gramatik çerçevesi ve üslubu dışında, sınırları belli olmayan, içeriği tartışmalı veya tartışılabilir kavramlarla oluşturulan “başlangıç” kısmı resmi ideoloji yorumlarının kaynağını oluşturmaktadır.

 

Aslında, konulan başlangıç kısımları, daha çok, anayasaya bir meşruiyet temeli sağlamak üzere hazırlanmaktadır; 1961 Anayasası’nın böyle bir meşruiyet temeline, bir izaha gerçekten de çok ihtiyacı bulunduğu belirtilmelidir. 27 Mayıs darbesi ile, hukuk dışı yollarla devirdiğiniz siyasi iktidarın, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk milleti…” tarafından devrildiğini açıklamanız kolay değildir. “Anayasa dışı” tutumları olan iktidarı, anayasayı ilga ederek, anayasayı yok ederek devre dışı bırakıyorsunuz. Bunu açıklamak için bir “başlangıç”a ihtiyaç vardır. 27 Mayıs 1960 darbesi, Türkiye tarihinde bir “büyük kopuş”tur. Sadece askerin siyasete müdahale etmesi geleneğini başlattığı için değil; Türkiye‘nin kuruluş felsefesinden, devletin temel perspektif ve değerlerinden de ciddi anlamda bir uzaklaşmadır.

 

Uluslararası konjonktür içinde “tam bağımsız” kalmayı seçen ve gözeten bir devleti uluslararası sisteme entegre eden, devletle milletin arasını açarak devleti zaafa uğratan bu darbedir bu. 27 Mayıs darbesi, kuruluşta var olan mutabakatı, anayasal zemini bozmuştur, imha etmiştir. Olan olmuş, bunu kabul edelim, demek başta kuruluş felsefesine aykırıdır. Hazırlanacak yeni anayasa çalışmalarında 1961’le gelen ve Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi ile bağdaşmayan ideolojik yapı da tartışılmalıdır. Türkiye, kuruluş ideolojisine 1924 Anayasası’nın muhkem iklimine dönmelidir; gerçek toplumsal mutabakat oradadır. Ve, ifadesi çok basit; ama gerçekte hukuk felsefesinin en derin bahisleriyle ilişkili bir gerçeği kayda geçelim: Yeni anayasanın bir “başlangıç” kısmı asla olmamalıdır.