Prof. Dr. Hasret ÇOMAK

1957 yılında altı Batı Avrupa ülkesi tarafından kurulmuş olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, tarihsel gelişim süreci içinde, ortak pazardan parasal birliğe giden yolda başarıyla ilerlemiştir. Günümüzde yirmi beş üyeli Avrupa Birliği, ekonomik bütünleşmenin yanısıra, bir ortak güvenlik ve savunma politikası geliştirerek, siyasal bütünleşmeye giden yolda da mesafe kaydetmeye çalışmaktadır. Uluslararası ilişkilerde etkin bir aktör olabilme arayışı içindeki Birliğin, Avrupa’da bir askeri güç oluşturma çabaları, gelecekte Birliğe tam üye olmayı hedefleyen Türkiye tarafından da dikkatle izlenmektedir.
Avrupa Birliğinin siyasal bütünleşmeye giden yolda ne kadar mesafe kaydedeceğini henüz tahmin etmek zordur. Günün birinde, federalistlerin istediği bir “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulması oldukça zor görünmektedir. Bu yönde kurumlar ve uygulamalar ne kadar ileri giderse gitsin, bir üst kimlik olarak “Avrupalılık”, Üye Devletlerde yaşayan Avrupa vatandaşlarının ulusal kimliklerinin yerini alabilir, ya da ulusal kimliklerden daha önemli hale gelebilir mi? Bugün için bu sorunun cevabı “hayır”dır. Yakın gelecekte de böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi beklenmemelidir. Ancak siyasal açıdan bütünleşmiş bir Avrupa, uzun vadeli bir hedef olarak, Birliğin ufkunda yer almaya devam edecektir.
Bu çalışmanın amacı Türkiye’nin tam üye olarak katıldığında Avrupa güvenliğine ve uluslararası barışa sağlayacağı katkıları tespit etmektir. Kıtaların kesişme noktasındaki stratejik konumuyla Türkiye, Avrupa bütünleşmesinin eksik kalan boyutunu tamamlayacak yegane ülkedir. Zira, Türkiye çok bölgeli ve çok kültürlü bir ülke olarak Avrupa bütünleşmesini takviye edecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya kadar geniş coğrafyalarla tarihsel, dinsel, kültürel bağlantıları vardır. Makedonya’dan Orta Asya steplerine, Yakutistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada Türkçe’nin değişik versiyonlarını konuşan halklar yaşamaktadır. Türkiye aynı zamanda doğalgaz ve petrol gibi en önemli iki enerji kaynaklarının dev rezervlerinin bulunduğu ülkelere komşudur. Söz konusu enerji kaynakları dünya piyasalarına Türkiye üzerinden veya Türkiye’ye yakın bölgelerden geçerek ulaşmaktadır. Kerkük –Yumurtalık petrol boru hattına ilave olarak, Hazar havzasındaki petrolü Akdeniz’e indirecek olan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı da işletmeye açılacak düzeye gelmiştir. İran – Türkiye doğalgaz boru hattına önümüzdeki yıllarda Türkmenistan’ın da katılması beklenmektedir.
Öte yandan, ekonomik – sosyal sorunlarına rağmen Türkiye, 1 milyarlık İslam dünyasının en modern ve ulusal gücün bileşenlerinin dengeli dağılımı bakımından en güçlü ülkesidir. Son yıllarda tüm komşuları ile -Ermenistan istisna- yakın ilişkiler kuran Türkiye, bulunduğu bölgede ağırlığını takviye etmektedir. Batı kökenli tüm ekonomik ve siyasi örgütlenmeler içerisinde yer almayı bir dış politika seçeneği olarak kabul eden Türkiye, son dönemde bölgesel düzeyde işbirliği çabalarına da ağırlık vermektedir. 2004 yılında İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği görevini Türkiye üstlenmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin katılımının Avrupa Birliği konuşulurken, tüm bu verilerin dikkate alınması gerekmektedir.


Avrupa’nın Sınırları Değişecek
Her şeyden önce Türkiye’nin tam üye olarak Avrupa Birliği’ne dahil olması, Avrupa Birliği’nin sınırlarının Güney Kafkasya’dan Ortadoğu’ya ve Karadeniz’e kadar genişlemesini sağlayacaktır. Avrupa Birliği, Balkanlar’ın ardından dünyanın sorunlu diğer bölgeleriyle de komşu olacaktır. Bugüne kadar ağırlıklı olarak Türkiye’yi ilgilendiren bölgedeki siyasi gerilim ve anlaşmazlıklar, böylece Avrupa Birliği’nin yakın ilgi alanına girecektir. Sorunlu bölgelerle komşu olan AB, bugüne kadar başarılı bir şekilde uyguladığı program ve politikaları yeni coğrafyalarda ve yeni parametrelerle uygulama imkanı elde edecektir. Özellikle yeni bir açılım olarak öne çıkan Komşuluk Politikası nedeniyle, Avrupa Birliği sınırlarına mücavir ülkelerde, yeni bir güvenlik halkası oluşacaktır. Böylece etnik, din, dil farklığından kaynaklanan anlaşmazlıklar barışçıl yöntemlerle çözüme kavuşturulacak, bu durum anılan bölgelerde Avrupa Birliği’nin itibarının artmasını sağlayacaktır.
Avrupa Birliği, Akdeniz politikası nedeniyle yakın ilişkiler içerisinde olduğu Arap dünyasıyla Türkiye’nin üyeliğinin ardından daha sıkı ilişkiler tesis edecektir. Bu durum, hem komşuluk politikasının bir doğal sonucu olacak, hem de İslam dünyası ile diyalog ve yakınlaşma çabalarına örnek teşkil edecektir.
Öte yandan Türkiye’nin üyeliği Doğu Akdeniz’in kronik sorunu olarak 40 yıldan beri uluslararası toplumun dikkatlerini üzerinde toplayan Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması için uygun konjonktür yaratacaktır. Adada yaşayan Türk ve Rum toplumlarının, 1959-1960 Kurucu Antlaşmaları’nın özüne sadık kalarak BM Genel Sekreteri’nin arabuluculuğu altında yürütülen görüşmelerde 2015 yılına kadar ortak bir noktada buluşamamaları halinde, sorunun çözümü Türkiye’nin tam üyeliği ile birlikte mümkün hale gelecektir. Öte yandan Türkiye’nin üyeliği Türkiye ile Yunanistan arasındaki karasuları, kıta sahanlığı, FIR hattı, Ege adalarının silahsızlandırılması gibi kronik sorunların gerilime ve çatışmaya dönüşmeden görüşmeler yoluyla çözümlenmesini veya rafa kaldırılmasını sağlayacaktır.

Radikalizmin Yerini Ilımlılık Alacak
Türkiye’nin üyeliği aynı zamanda Irak, Suriye, İran gibi Türkiye’nin komşularının radikalizmden uzaklaşmalarına ve ılımlı siyasi çizgiye dönmeleri için uygun konjonktür yaratacaktır. Avrupa Birliği’nin komşuluk politikası birlikte ele alındığında uzun vadede Türkiye’nin üyeliği Ortadoğu’da demokrasi ve istikrarı güçlendirecektir.
Türkiye’nin bir yandan İsrail ile yakın ilişki içerisinde bulunması, öte yandan İslam Konferansı Teşkilatı üzerinden Arap dünyasıyla sürdürdüğü bağlantılar, Türkiye’nin üye olduğu Avrupa Birliği’nin Ortadoğu sorununda inisiyatif kullanması için yeni fırsatlar yaratacaktır. Temelleri, Filistin üzerindeki İngiliz mandasının ortadan kalktığı 1947 yılına kadar giden Arap – İsrail çatışmasında Avrupa Birliği, 1980’de büyük yankılar uyandıran Venedik Deklarasyonu’nun ardından, Türkiye’nin üyeliği ile elini güçlendirecek ve yeniden inisiyatif kullanabilecektir.
Türkiye’nin, SSCB’nin dağılmasından sonra Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde egemenlik mücadelesi nedeniyle Rusya ile bozulan ilişkileri, şimdilerde en iyi dönemini yaşamaktadır. Karşılıklı ticaret hacminde yıllar itibariyle artış gözlemlenmekte, Türk girişimciler Orta Asya Cumhuriyetlerine ilave olarak, Rusya’da da yatırım yapmaktadır. Özellikle enerji alanındaki yakın işbirliği, anlaşmazlık konularının ikinci planda kalmasına neden olmuştur. Türkiye’nin tam üyeliği halinde enerji naklinin istikrar kazanmasına ilave olarak, Kafkasya bölgesindeki anlaşmazlıklar bakımından da yeni bir dönem başlayacaktır.
Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ’ın statüsünden kaynaklanan ve Azerbaycan topraklarının beşte birinin Ermenistan tarafından işgal edilmesiyle sonuçlanan anlaşmazlığa, AGİT çerçevesinde çözüm bulma çabaları, bugüne kadar bir netice vermemiştir. Türkiye’nin Ermenistan’a sınırlarını kapatmasının nedenlerinden birisi de budur. Öte yandan Gürcistan içerisindeki özerk bölgelerle merkezi yönetim arasındaki anlaşmazlıklar, sık aralıklarla çatışmalara dönüşmektedir. AB’nin sınırlarının Güney Kafkasya’ya kadar uzanması ile sonuçlanacak Türkiye genişlemesi ertesinde, bölgede radikal ve ayrılıkçı eğilimlerin güç kaybetmesi, buna karşılık bölge devletleri arasında işbirliği ve itidalin öne çıkması beklenen bir gelişmedir.
Öte yandan, Türkiye ile yakın kültürel bağları olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri üzerinde AB üyesi olan Türkiye’nin etkisi, ulusal düzeyde Türkiye’nin Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı kanalıyla yürüttüğü projeleri ve programı takviye edecektir. Avrupa Birliği’nin teknik yardım programı (TACIS) çerçevesinde yürüttüğü ilişkiler uzun vadede bölge ülkelerinde siyasi liberalizmin önünü açacak, devletlerin tek parti idaresinden uzaklaşıp parlamenter demokrasiyi ve piyasa ekonomisini benimsemelerine neden olabilecektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması, Balkan Yarımadası bakımından da Avrupa Birliği’nin siyasi gücünün artmasını sağlayacaktır. 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya’nın üye olmasıyla birlikte, Balkanlar’da, AB dışında kalan ülkelerin sayısı daha da azalacaktır. Bu perspektifte Hırvatistan Haziran 2004’te aday ülke staüsünü elde etmiştir. Aday ülke Türkiye’nin, Bosna Hersek, Arnavutluk ve Makedonya ile, çok yakın siyasi ve askeri ilişkileri vardır. Türkiye’nin üyeliği, Balkanlar’da AB dışında kalan ve halen aday statüsünde bulunmayan Makedonya, Bosna – Hersek, Arnavutluk bakımından AB üyeliği hedefini somutlaştıracaktır. Böylece Türkiye’nin üyeliği ile birlikte Avrupa Birliği’nin “Güney Politikaları” güçlenecektir. Avrupa Birliği içerisinde Finlandiya ve İsveç’in üyeliğinin ardından oluşan “Kuzey Boyutu”na, Türkiye’nin katılımı ile birlikte, güçlü bir “Güney Boyut” eklenmiş olacaktır.
Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye mücavir yerlerde barış, istikrar ve demokrasinin gelişimini olumlu yönde etkileyeceği ve bu durumun da Avrupa Birliği’nin siyasi gücünün artmasına kapı aralayacağı kesindir. Bunların daha da ötesinde önem taşıyan husus şudur: Türkiye’nin AB üyeliği, İslam dünyası ile Batı arasındaki gerilimin ortadan kalkmasını sağlayacak, Avrupa Birliği’ni “Hıristiyan Kulübü” olmaktan kurtaracaktır.
Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olmasına karşılık, laik devlet modelini benimseyen, 1946’dan beri çok partili parlamenter demokrasi ile yönetilen Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği ile birlikte İslam uluslarının model aldığı devlet görünümünü takviye etmiş olacaktır.

Medeniyetler Çatışması Tezi Geçersiz Hale Gelecek
Türkiye’nin AB üyeliği, aynı zamanda Medeniyetler Çatışması tezinin yanlışlanması bakımından önem taşımaktadır. Aralarında İslam ülkelerinin de bulunduğu yoksul ülkelerle Batı arasındaki ideolojik çatışma, 11 Eylül 2001’de ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırıların ardından yeni bir aşama kaydetmiştir. Avrupa Birliği’nin tüm dünyada yapılan insani yardımların tek başına yarısından fazlasının finansörü olmasına karşılık, geri kalmış ülkelerde yaygın ideolojik söylem, Avrupa Birliği’nin de bir parçası olduğu Batı’yı, “sömürgecilik çağının mirasyedisi” olmakla suçlamaktadır. Türkiye’nin AB’ye üyeliği ile birlikte, bu yöndeki radikal düşüncelerin etki alanı sınırlanmış olacaktır. Avrupa Birliği’nin zenginler kulübü veya Hıristiyan değerleri benimseyen ülkeler grubu olmadığı görüşü genel kabul görecek ve bu durum da zaman zaman şiddete ve teröre başvurmaktan kaçınmayan radikalizmin etkisini sınırlandıracaktır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasıyla, bir ülkenin halkının Müslüman olmasının, Avrupa Birliği üyeliği bakımından engel teşkil etmediği onaylanmış olacaktır. Zaten Avrupa Birliği de, kendisini, Hıristiyanlığa atıf yaparak tanımlamamaktadır. Konvansiyon çalışmaları esnasında bu tip fikirler ileri sürülmüş ise de, Anayasa’da Hıristiyanlığa atıf yapılmamıştır. Din; Avrupa Birliği’nin ortak değerlerinden biri değildir. AB kendisini, demokrasi, özgürlük, insan hakları ve temel özgürlükler ve hukuk devleti gibi değerler sistemini esas alarak tanımlamaktadır. Vicdan ve din özgürlüğünü de içeren düşünce özgürlüğü, kültürel ve dini farklılıklara saygı, AB’nin temel ilkelerindendir. Bu perspektiften bakınca, Avrupa Birliği’nin mevcut üyelerinden dini bakımdan farklılık taşıyan Türkiye’nin alınması, tüm dünyaya güçlü bir mesaj verilmesi anlamına gelecektir.
Avrupa, dünyanın en fazla enerji tüketen bölgelerinin başında gelmektedir. Petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının Avrupa Birliği’ne güvenli bir şekilde ulaştırılması, Türkiye’nin katılımı ile birlikte çok daha kolay hale gelecektir ve enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden iç pazara girmesi sağlanacaktır. Enerji kaynaklarına ilave olarak Türkiye’nin üyeliği, Avrupa ile Ortadoğu arasında kara, deniz ve havayolu taşımacılığının canlanmasını sağlayacaktır.
Resme bir bütün olarak baktığımızda, Türkiye’nin tam üyeliği, AB’nin uluslararası alanda hareket kabiliyetini ve ağırlığını olumlu yönde etkileyecek, bugüne kadar ekonomik işbirliğindeki derinleşme boyutuyla dikkatleri üzerinde toplayan Avrupa Birliği’nin siyasi bakımdan da ağırlığı artacaktır. Türkiye’nin AB’ne katılması, Avrupa ile üçüncü dünya arasında yer yer tarihin uzantısı niteliği taşıyan ideolojik kavgayı azaltacak, İslam dünyasındaki radikal unsurların etkisini sınırlandıracak ve tüm bu gelişmeler, AB’nin siyasi prestijini ve ağırlığını olumlu yönde etkileyecektir.

Avrupa Güvenliği Takviye Edilecek
Tam üye olduğunda, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nin askeri gücüne katkısı ne olacaktır? Bu soruyu cevaplandırmak için, öncelikle Türkiye’nin katıldığı tarihte Avrupa Birliği’nde askeri işbirliğinin alacağı biçimin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Günümüzde AB’nin ileriye dönük çalışmalarının en önemli konularından birini oluşturan AGSP, güvenlik meselelerinin son derece hassas doğası gereği, beraberinde çeşitli sorunları da getirmiştir. Bu sorunlar, Türkiye’yi etkilemekte olduğu kadar, Türkiye’nin görüşleri ve davranışlarından da etkilenmektedir.
Askeri işbirliği, günümüzde Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında hükümetlerarası düzeyde yürütülmektedir. Türkiye’nin 2015 yılında tam üye olarak katıldığında Avrupa bütünleşmesinin askeri yapısı bugünkü görünümden farklılık taşıyıp taşımayacağı bilinememektedir. Önümüzdeki yıllarda askeri işbirliği barış gücü misyonunun ötesinde savunma fonksiyonlarını da içerecek şekilde genişleyecek midir?
Öte yandan, halen hükümetlerarası düzeyde devam eden askeri işbirliği, gelecek yıllarda mevcut yapısıyla mı devam edecektir? Yoksa ortak politika alanına mı dahil olacaktır? Barış gücü operasyonlarına mevcut koşullarda bile tüm üye devletlerin katılımı sağlanamazken, Avrupa Birliği içerisinde yeni görünüm kazanacak olan askeri işbirliğine NATO üyesi olan ve olmayan üyelerin yaklaşımları ne olacaktır? Ve nihayet Avrupa Birliği’ndeki askeri işbirliği önümüzdeki yıllarda kapsamını genişleterek NATO’nun uhdesindeki sorumlulukları da üstlenecek midir?
Tüm bu soruların cevabı bugünden bilinememektedir. Avrupa Birliği’nde askeri işbirliği halen Maastricht Antlaşması’nın belirlediği sınırlar içerisinde yürütülmektedir. Amsterdam ve Nice Antlaşmaları ile askeri işbirliği alanında kısmî revizyonlar yapılmış ise de, genel çerçeveden sapma olmamıştır. Bir başka ifadeyle askeri işbirliği halen Avrupa Birliği’nin ikinci sütununu oluşturan Ortak Dış ve Güvenlik Politikası sınırları içerisinde yürütülmektedir. Hükümetlerarası karakter taşıyan ikinci sütunda karar alma mekanizmasının işleyişi Topluluklar sütunundan farklılık taşımakta; savunma ve güvenlik konularında kararlar istisnalar dışında oybirliği ile alınmaktadır.
Avrupa Birliğinde askeri alanda işbirliği çabalarının geçmişi, Toplulukların kuruluş yıllarına kadar uzanmaktadır. 1952 yılında gündeme gelen Avrupa Savunma Topluluğu projesi, Fransız Parlamentosu’nun kurucu antlaşmayı reddetmesi nedeniyle yürürlüğe girmemişti. Bu olayın ardından savunma alanında işbirliği rafa kaldırılmış, Soğuk Savaş dönemi boyunca Avrupa bütünleşmesindeki bu boşluğu, NATO doldurmuştur.

AGSP Önem Kazanacak
Avrupa Birliği bünyesinde ilk kez Maastricht Antlaşması’yla gündeme gelen askeri işbirliğinin içeriği dar tutulmuştur. Her ne kadar antlaşmada ikinci sütundan bahsedilirken, “askeri konular da dahil savunmaya ilişkin tüm konular” ifadesi yer almış ise de, uygulamada askeri işbirliği “Petersberg Görevleri” ile sınırlı kalmıştır. Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) 19 Haziran 1992’de kabul etmiş olduğu Petersberg Görevleri’nin içeriği, insanî görevler, arama ve kurtarma faaliyetleri, barışı koruma operasyonları ve barışı kurma görevlerinden oluşmaktadır.
Petersberg Görevleri, Maastricht Antlaşmasını revize eden Amsterdam Antlaşması ekinde yer alan bir bildiri ile AB bünyesine dahil edilmiştir. Netice olarak, günümüzde Avrupa Birliği bünyesinde askeri işbirliğinin sınırlarını, Petersberg Görevleri belirlemektedir. Bununla birlikte, Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının askeri boyutu zaman içerisinde ilerleme kaydederek Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) adını almıştır.
İngiltere Başbakanı Tony Blair ile Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın 4 Aralık 1998’da St. Malo’da bir araya gelerek temelini attıkları AGSP, Avrupa Birliği’nin krizlere müdahale edebilecek, müstakil hareket yapabilecek kapasiteye sahip olmasını öngörmekte ve bunun için yeterli askeri güç ile desteklenmesi görüşüne dayanmaktadır. Söz konusu görüşmede, İngiltere ve Fransa liderlerinin mutabakat sağladığı hususlar, AGSP’nin içeriğini belirlemiştir. Buna göre, NATO’nun bir bütün olarak müdahil bulunmadığı yerlerde Avrupa Birliği’nin karar alabilecek uygun yapı ve askeri kapasiteye kavuşturulması öngörülmüştür.
3 – 4 Haziran 1999 Köln ve 10 – 11 Aralık 1999 Helsinki Zirveleri’nde ise, St. Malo görüşmesi temelinde AGSP’nin kapsamı netleşmeye başlamıştır. Buna göre, AGSP, “Avrupa Birliği’nin kendi başına karar alabilme ve NATO katılımı olmadan uluslararası krizlere müdahale edebilme kapasitesi”dir. Zirve’de ayrıca en geç 2003 yılında faaliyete geçmek üzere 60 bin kişiden oluşan bir acil müdahale gücü oluşturulması, bu gücün hava ve deniz gücü ile takviye edilmesi ve 60 gün içinde toplanabilecek, görev yerinde 1 yıl kalabilecek şekilde altyapıya sahip olması karara bağlanmıştır.
Acil Müdahale Gücü’nün görevleri ise, barış gücü misyonu olarak belirlenmiş ve üye devletler bu gücün daimî silah altında tutulmak yerine, ihtiyaç duyulduğunda toplanması hususunda mutabakat sağlamışlardır. Nice Zirvesi’nde AGSP’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’nın bir uzantısı olduğu açıkça ilan edilmiş ve bu alandaki faaliyetlerin yürütülmesi için “Siyaset ve Strateji Komitesi”, “Askeri Komite” ve “AB Genelkurmayı” adlarıyla üç yeni birim oluşturulmuştur.
Bu kuruluşlardan daimî olarak görev yapması öngörülen ilkinin faaliyet alanı, patlak veren krizlere karşı Avrupa Birliği adına strateji saptamaktır. Üye ülkelerin Savunma Bakanı düzeyindeki temsilcilerinden oluşan Askeri Komite ise, kriz dönemlerinde AB dışındaki ülkeler ve uluslararası örgütlerlerle diyalog ve işbirliği olanakları araştırmakla görevlendirilmiştir. AB Genelkurmayı’nın görev tanımı ise, askeri gelişmeleri gözlemlemek, ulusal ve uluslararası düzeyde askeri yetkililerle koordinasyon sağlamak, Ortak Dış ve Güvenlik Politika kararlarının uygulanmasında askeri koordinasyonu sağlamak olarak belirlenmiştir.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere Avrupa Birliği bünyesinde askeri işbirliğinin içeriği klasik anlamdaki askeri örgütlenmelerden farklıdır. Avrupa Birliği’nde, işbirliğinin boyutları barış gücü misyonu ile sınırlı tutulmuştur. Mekanizmanın işleyişinde en sık karşılaşılan sorun ise barış gücü operasyonları çerçevesinde duplikasyondan kaçınmak için Acil Müdahale Gücü’nün NATO imkan ve kabiliyetlerinden yararlanmak istemesi ve bu durumun da NATO ülkelerinin hepsinin rızasını gerektiren bir keyfiyet olmasıdır.
Dolayısıyla Türkiye’nin katıldığı Avrupa Birliğinin askeri gücünden bahsederken öncelikle fiili durumun fotoğrafının bu şekilde olduğunu dikkate almak gerekmektedir. AB’nin kendi adına yapacağı operasyonlarda NATO imkan ve kabiliyetlerini kullanması gündeme geldiğinde, AB üyesi olmayan ancak NATO üyesi olan Türkiye’nin oluruna ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sorun ilk kez gündeme geldiğinde taraflar arasındaki anlaşmazlık, uzun bir müzakerenin ardından çözüme kavuşturulmuştur. Ankara Mutabakatı adı verilen uzlaşmaya göre, Acil Müdahale Gücü’nün NATO imkan ve kabiliyetlerinden yararlanarak AB adına bir misyon yürütmesi söz konusu olduğunda müdahale bölgesi Türkiye’nin yakınında ise Türkiye’nin de görüşünün alınması gerekmektedir. İkinci olarak, Acil Müdahale Gücü’nün bir NATO ülkesine karşı kullanılmaması hususunda mutabakat sağlanmıştır. Böylece Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs ve Ege denizindeki anlaşmazlıklar Acil Müdahale Gücü’nün görev alanı dışında tutulmuştur.
Türkiye, özellikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası görev tanımında kalan çatışma bölgelerine yakınlığı ile dikkatleri üzerinde toplamaktadır. AB üyesi olmamasına karşılık Türkiye, bugüne kadar, Avrupa Birliği barış gücü misyonuna, Hırvatistan, Bosna – Hersek ve Kosova dahil bir çok bölgede, doğrudan/dolaylı katkı sağlamış; Makedonya’da Avrupa Birliği yönetimi altındaki barış gücü misyonuna asker ve polis gücüyle katılmıştır.
Gelecekte Türkiye tam üye olarak katıldığında Avrupa Birliği’nin askeri kapasitesi ve kabiliyeti, bu gelişmeden olumlu yönde etkilenecektir. Türkiye sadece nüfus ve coğrafya bakımından büyük değildir. Silah altındaki asker sayısı bakımından da, Avrupa’daki her devletten daha büyüktür.
Bununla birlikte, Türkiye’nin Avrupa güvenliğine katkısı sadece askeri güç ile sınırlı kalmayacaktır. Uluslararası terörizm, örgütlü suçlar, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç gibi güvenlik ve istikrarı tehdit eden yeni unsurlar bakımından da Türkiye’nin halen ikili anlaşmalarla Avrupa Birliği’ne sağladığı katkı tam üyelikle birlikte olağanüstü düzeyde artacak, üçüncü sütununun kapsamına giren alanlarda Türkiye, Avrupa Birliği’nin öngörülen hedeflere ulaşmasını sağlayacaktır. Böylece organize suçlarla mücadele alanı genişleyecek, bu durumdan hem Avrupa, hem de Türkiye’nin içerisinde yer aldığı sorunlu bölgeler olumlu yönde etkilenecektir.
Türkiye’nin üyeliği ile birlikte Avrupa Birliği, uluslararası alanda “ekonomik dev-siyasi cüce” olmaktan kurtulacak, karar alabilen ve aldığı kararları uygulamaya aktarabilen bölgesel bir militer güç haline gelebilecektir. Türkiye’nin üyeliği, Avrupa Birliği’nin dış politika hedeflerine ulaşmasını kolaylaştıracak, yeni coğrafyalarda Avrupa Birliği’nin etkisi artacaktır. Türkiye’nin dahil olduğu Avrupa Birliği’nin, İslam dünyası, Balkanlar, Rusya, Kafkasya ve Ortadoğu üzerinde dikkate değer düzeyde yaptırım gücü olacaktır.

Doğu-Batı Gerilimi Azalacak
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması, her iki tarafa yarar sağlayacak yeni bir dönemin kapısını aralamaktan başka, uluslararası barış ve güvenliğe de katkı sağlayacaktır. Öncelikle Türkiye’nin katılımı ile birlikte, Avrupa Kimliği ve Avrupalılık kavramları dar tanımlardan, katı coğrafi ve dinsel bağlantılardan arınmış olacaktır.
İkinci olarak Türkiye’nin katılımı, Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Kulübü olmadığını tescili anlamına gelecektir. Günümüz dünyasında, gerek AB içerisinde, gerekse dış dünyadaki kimi akımlar ve çevreler Avrupa kimliğini oluşturan unsurları, üye ülkelerin asgari müştereklerini sayarken, Hıristiyanlığa da atıf yapmaktadırlar. Avrupa Konvansiyonu çalışmaları sırasında da esasen bu yönde girişimler Konvansiyon Başkanı Valery Giscard d’Easting tarafından desteklenmiş ise de, nihaî metinde din öğesine atıf yapılmamıştır.
Gerçek şudur ki, Avrupa’nın tanımında ne coğrafya, ne de din başat faktördür. Avrupa kimliğinin oluşmasında rol oynayan unsurlar, halen onay aşamasında bulunan Anayasa’nın Temel Haklar Sözleşmesi başlıklı ikinci bölümünde açık biçimde ifade edilmiştir: “Birlik; özgürlük, eşitlik, dayanışma ve insan onuru gibi bölünemez ve devredilmez evrensel değerlerle, demokrasi ve hukukun üstünlüğü temeline dayanmaktadır.”
Türkiye’nin katılımı Avrupa kimliğinin evrensel değerlere dayandığını tescil edecektir. 200 yıldan beri pek çok Batı değerlerini özümsemiş olan Türkiye, tam üye olarak katıldığında Avrupa Birliğinin uluslararası toplumda ve özellikle Üçüncü Dünya ülkeleri arasında imajı olumlu yönde değişecektir. Avrupa’ya karşı sömürgecilik çağından kalan düşmanca düşüncelerin yerini karşılıklı işbirliği ve anlayış alacaktır. Yüzyıllardır Batı kültürü ile Doğu kültürü arasında köprü vazifesi görmüş olan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği içinde bulunduğumuz döneme damgasını vuran ırkçılık, yabancı düşmanlığı, belirli din ve kimliklere karşı önyargılar, etnik ve dinsel aşırılıklar ve anti-semitizm gibi düşüncelerin Avrupa içerisinde ve dışında etkisini sınırlandıracaktır.
Türkiye’nin katılımı aynı zamanda İslam ile modern dünyanın barış içerisinde bir arada var olabileceğini göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Türkiye, Osmanlı ardılı bir devlet olarak, Cumhuriyetin başından günümüze laik bir modeli benimsemiştir. Kendine özgü karakteristik özellikleri nedeniyle Türk modelinin açmaz ve açılımlarından söz etmek mümkün ise de, dış dünyada bir çok ülke Türkiye’yi İslam toplumlarına örnek olarak göstermektedirler.
Ilımlı çizgideki dini hayatı ve parlamenter siyasi sistemine rağmen, Türkiye’nin din farklılığı veya bir başka faktör öne sürülerek Avrupa Birliği’nden dışlanması, tüm dünyada AB değerlerinin sorgulanmasına yol açacak, Batı ile Üçüncü Dünya arasında temeli sömürgecilik dönemine dayanan gerilim yeniden alevlenecektir. Bu durum özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yaşayan Müslümanlar bakımından yeni gerilimlere ve sorunlara neden olabilecektir. Halen Fransa’da 5 milyon, Almanya’da 3.4 milyon, İngiltere’de 1.5 milyon ve Hollanda’da 500 bin ve geriye kalanlar diğer ülkelerde olmak üzere Avrupa Birliği üyesi ülkelerde toplam 14 milyon Müslüman yaşamaktadır.
İşte tam bu noktada Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması, İslam dünyasında ve Üçüncü Dünya ülkelerinde Batı karşıtı akımların güç kaybetmesine neden olacaktır. Avrupa aleyhtarı propaganda etkisini yitirecek, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar kendilerine karşı ayrımcılık yapıldığı düşüncesinden uzaklaşacaklar ve tüm bunların neticesi olarak da Huntington’un ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezi yanlışlanmış olacaktır. Tek başına bu bile, tedhiş eylemlerinin günden güne tırmandığı günümüzde radikal düşüncelerin ivme kaybetmesine kapı aralayacak ve uluslararası barış ve güvenlik bu gelişmeden olumlu yönde etkilenecektir.

Avrupa Kimliği Yeniden Tanımlanacak
2004 Mayıs ayında gerçekleşen beşinci genişlemenin ardından Avrupa Birliği’nin dikkati bütünleşmenin geleceği üzerinde odaklanmıştır. Bu süreci tetikleyen en önemli olay, hiç kuşku yok ki, Türkiye’nin tam üyelik hedefiyle masaya oturmasıdır. 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde alınan karar çerçevesinde, 3 Ekim 2005’de Türkiye ile Avrupa Birliği arasında tam üyelik müzakereleri başlamıştır. Avrupa Birliği içerisinde normal koşullarda Türkiye’nin üyeliği gündemde olmamış olsaydı dahi başlayacak olan gelecek tartışmaları, Türkiye’nin sürece dahil olmasıyla birlikte daha bir alevlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Günümüzde Avrupa genelinde İkinci Dünya Savaşı ertesinde başlayan işbirliği hareketinin mevcut seyri ve nihai hedefi sorgulanmakta; akademisyenler, siyasetçiler ve aydınlara ilave olarak geniş halk kitleleri de tarihte ilk kez “Avrupalılık”, “Avrupa kimliği” ve “bütünleşmesinin nihaî hedefi” gibi kavramları sorgulamaktadır.
Avrupa Birliği’nde gelecek tartışmalarının yaygınlık kazanmasını tetikleyen Türkiye, aynı zamanda önyargıların gerçeklik temellerinin sorgulanmasına da kapı aralamıştır. Batı Avrupa’da savaş sonrası dönemin kendine has koşullarında kömür ve çelik ile başlayan bütünleşme hareketi, o zamandan günümüze ekonomik ve sosyal alanlarda önemli aşamalar kaydetmiş olmasına karşılık, siyasi ve askeri alanlarda aynı ölçüde başarılı olamamıştır. Bütünleşmenin eksik kalan siyasi boyutunun, Türkiye’nin üyeliği ile birlikte tamamlanacağı görüşü Batıdaki pek çok akademisyen ve stratejist tarafından da kabul edilmektedir.
Bununla birlikte, günümüzde Batı Avrupa genelinde Türkiye’ye karşı önyargılar oldukça yaygındır. Türkiye’nin üyeliğinin, Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketini rotasından saptıracağı, Avrupa’nın Türk işgücü istilasına uğrayacağı, kültürel bakımdan doğulu (oryantal) karakter taşıyan Türkiye’nin Batı değerlerinden uzak olduğu gibi bir yığın argüman bu çerçevede dile getirilmektedir.
Oysa bilimsel ve nesnel bir perspektifle Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesine yapacağı katkılar incelendiğinde ulaşılan sonuçlar oldukça çarpıcıdır. Tam üyelikle birlikte Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yapacağı katkı, her iki tarafın sabit ve değişken unsurlarına bağlı olarak şekillenecektir. Türkiye’nin tam üyelikle birlikte bütünleşmeye yapacağı katkılar öncelikle tarih, coğrafya, nüfus ve din gibi sabit öğelere bağlı olarak şekillenecektir. Söz konusu öğeleri esas veri kabul ederek tarafların tam üyelik müzakerelerinde ortak bir vizyon geliştirmeleri, Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesine yapacağı katkının niteliğini ve düzeyini belirleyecektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması ile yapacağı katkılardan bahsederken, gelecek 10 yılda her iki tarafta da kapsamlı değişiklikler yaşanacağı gerçeği unutulmamalıdır. Dolayısıyla gelecek yıllarda Türkiye’de yaşanacak değişim / dönüşüm kadar, Avrupa bütünleşmesinin Türkiye’nin katılacağı tarihteki yapısı da, Türkiye’nin katılımı halinde ortaya koyacağı katkının şekillenmesinde etkili olacaktır.

Sonuç:
Çok sayıda değişkenin bir arada ve karşılıklı etkileşim içinde olduğu bir süreçte Türkiye’nin katkılarını somut ve matematiksel ifadelerle ortaya koymanın zorlukları ortadadır. Bununla birlikte bugünden belirgin olan ve vurgulanması gereken gerçek şudur: Coğrafi ve demografik yapısı nedeniyle tam üye olarak katıldığında Türkiye’nin Avrupa Birliği üzerinde yapacağı etkiler, herhangi bir devletin yapacaklarından kıyas kabul etmez biçimde fazla olacaktır. Türkiye, Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkelerinden birisi haline gelecek, bununla birlikte Türkiye’nin katılımı Avrupa Birliği’nin yapısını ve kurumlarının işlevini temelden değiştirmeyecektir. Zaten Avrupa Birliği örgüt yapısı da, bir üyenin herhangi bir konuda tek başına temel politikaları ve genel yapısını radikal biçimde değiştirmeyi mümkün kılmamaktadır.
Bugünden net ve belli olan husus şudur: Türkiye’nin katılımı, Avrupa Birliği’nin heterojen görünümünü ve esnek bütünleşme eğilimlerini belirgin hale getirecektir. Aslında bunlar, Türkiye’nin üyeliği söz konusu olmasa bile, Avrupa Birliği’nde yaşanan gelişmelerdir. Beşinci genişleme sonrasında ortaya çıkan görünüm, Avrupa Birliği’ni homojenlikten uzaklaştırmış, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve yeni bir dönemin yaşanacağını göstermektedir. Türkiye’nin katılımı ile birlikte, söz konusu değişim daha belirgin hale gelecektir. Türkiye’nin 2015 yılında tam üyelik müzakerelerinin tamamlanmasının ardından katılımı, Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketine ekonomik, siyasi, askeri ve global politika açısından önemli yararlar sağlayacaktır.
Türkiye’nin üyeliği, Batı ile Üçüncü Dünya arasında, temeli sömürgecilik dönemine kadar uzanan ihtilafların azalmasına neden olacaktır. İlave olarak, Türkiye’nin üyeliği Avrupa Birliği’nin İslam dünyası üzerindeki ağırlığını arttıracak, Arap – İsrail çatışması başta olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde etnik ve dinsel ihtilaflarda Avrupa Birliği, bir yandan komşuluk politikası, öte yandan arabuluculuk misyonu ile önemli bir siyasi güç haline gelecektir.
Türkiye’nin, üyelikle birlikte, Avrupa bütünleşmesinin askeri boyutuna yapacağı katkılar ise, büyük ölçüde askeri işbirliğinin gelecekte alacağı biçime bağlı olarak şekillenecektir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı, aynı zamanda uluslararası barış ve güvenliği takviye edecektir. İslam dünyasında radikal eğilimler destek kaybedecek, İslam ile Batı arasındaki ideolojik çatışma azalacak, İslam toplumlarının dikkati Türkiye modeli üzerinde toplanacaktır. Din – devlet ilişkileri bakımından, Türkiye örneği, başarılı bir model olmamasına karşılık, “Türkiye İslamı”nın radikalizmden uzak yapısı, hem Avrupa içindeki Müslüman toplumları, hem de İslam dünyasını derinden etkileyecektir. Bu durum “medeniyetler çatışması” tezinin geçersizliğini ortaya koyacak, İslam dünyasında yer yer tedhiş hareketlerine kadar uzanabilen radikal akımlar güç kaybedecek ve dinin modern dünya ile uyumlu yorumu destek bulacaktır. Buna ilave olarak, Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Kulübü olmadığı tescil edilmiş olacaktır.

i Komşuluk Politikası için bakınız: http://europa.eu.int/comm/world/enp/policy_en.htm/.
ii Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Sertaç Hami Başeren, Ege Sorunları, İstanbul: Tüdev Yayınları, 2004, passim.
iii Avrupa Birliğinin Filistin politikası hakkında bakınız: İrfan Kaya Ülger, “Ortadoğu Sorunu ve Yugoslavya’nın Parçalanmasının Avrupa Dış Politikası Çerçevesinde Analizi”, Stradigma (Aylık Strateji ve Analiz E-Dergisi), Eylül 2003. http://www.stradigma.com/turkce/eylul2003/makale_04.html/
iv John Roberts, “Turkish Gate: Energy Transit and Security Issues”, CEPS Bulletin, Sayı 11, Brüksel, Kasım 2004.
v Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: The Netherland Scientific Council for Government Policy, European Union, Turkey and Islam, Amsterdam: Amsterdam University Press, 2004, passim.
vi Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Fabrizio Pagani, “A New Gear in the CFSP Machinery: Integration of the Petersberg Tasks in the European Union”, http://www.ejil.org/journal/Vol9/No4/art5-1.html
vii Helsinki AB Bakanlar Konseyi Başkanlık Kararı, 10 – 11 Aralık 1999.
viii Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: İrfan Kaya Ülger, Avrupa Birliğinde Siyasal Bütünleşme, İstanbul: Gündoğan Yayınları, 2002, passim.
ix K. Schake, “Constructive Duplication: Reducing EU Reliance on US Militariy Assets”, Center for European Reform Working Paper, Sayı 9, Brüksel, 2002.
x Bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Kemal Kirişçi, Justice and Home Affairs Issues in Turkish-EU Relations: Assessing Turkish Asylum and Immigration Policy and Practice, İstanbul: TESEV Yayınları, 2002.
xi Anayasa metni için bakınız. http://europa.eu.int/constitution/en/lstoc1_en.htm/