abdullahozkanDemokratik toplumlarda medya çok önemli görevler üstlenmektedir. UNESCO’nun hazırladığı ünlü McBride Raporu’nda, medyanın işlevleri sıralanırken öncelikli olarak “haber ve bilgi sağlama” görevine dikkat çekilmektedir. “Bireylerin toplumsal hayatın bir parçası haline gelmesi yani toplumsallaşması, toplumsal amaçlar için motive edilmesi ve toplumsal değerlerin belirginleşmesi” de medyanın öncelikli görevleri arasında sayılmaktadır. Medya ayrıca bireylerin iyi vakit geçirmesi, eğitim seviyelerinin yükseltilmesi, kültürel değerlerin korunması gibi işlevleri de yerine getirmektedir. 1

Görüldüğü gibi medya, tam anlamıyla hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumdadır. Küreselleşme süreciyle birlikte, medyanın ekonomik ve siyasal alanlardaki etkisi de artmaya başlamış, medya toplumu yönlendiren bir unsur haline gelmiştir.

 

MEDYANIN SİYASET ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

 

Siyaseti, toplumdaki farklı sosyal sınıflar, çıkarlar ve taleplere sahip bireyler arasındaki paylaşım ve bölüşüm mücadelesi olarak tanımlamak mümkündür. Siyasetin temelini, farklı çıkar ve düşünce odaklarının çekişmesinden doğan çatışma oluşturmaktadır. Bu çatışmanın nedeni, toplumdaki değerlerin ve kıt kaynakların paylaşılma çabasıdır. Paylaşımı kolaylaştırmanın yolu ise iktidara sahip olmaktan geçmektedir. 2

 

Siyaset sadece “kaynakların paylaşımı mücadelesi” değildir, aynı zamanda “değerlerin paylaşılmasına hizmet eden” bir araçtır. Siyaset toplumda uzlaşma ve bütünleşmeyi hedef alarak herkesin yararına bir toplum düzeni kurulması için çaba harcamaktadır.

 

Görüldüğü gibi siyaset, nasıl baktığınıza, ne anladığınıza ve hangi amaca hizmet ettiğinize bağlı olarak şekillenen bir süreçtir. Siyaset bilimci Van Dyke siyaseti, “kamuyu ilgilendiren sorunlarda kendi tercihlerini kabul ettirmek, uygulatmak, başkalarının tercihlerinin gerçekleşmesini engellemek üzere çeşitli aktörlerin yürüttükleri bir mücadele” olarak tanımlarken, David Easton, “maddi ve manevi değerlerin otoriteye göre dağıtılması sürecine” siyaset adını vermektedir. 3

 

Çok sayıda insanın bir arada yaşaması tek başına siyasetin varlığını açıklamaya yetmemektedir. İlter Turan, bu insanların çeşitli bağlarla birbirine bağlanmış olmalarını ve etkileşimde bulunabilmelerini siyasetin gereği olarak kabul etmektedir. Toplum organik bir bütün olmasına rağmen karşılıklı bağımlılık içinde olan çok sayıda alt topluluk bulunmaktadır. Burada karşımıza toplumun en belirgin özelliklerinden biri olan “farklılaşma” çıkmaktadır. 4

 

Farklılaşma nedenlerinin siyasete konu olabilmesi için aynı konudaki çıkarlarını farklı algılayan, farklı tutumlar benimseyen topluluklar bulunması ve bunların siyasal sistemden değişik kararlar üretmesini beklemeleri gerekmektedir. Farklılaşma, toplumca uyulması zorunlu kararlara ilişkin çatışmalara yol açtığı için siyasetin vazgeçilmez koşulunu oluşturmaktadır. Farklılaşma sonucu toplumda ortaya çıkan görüş ve çıkarların uyumsuzluk göstermesi de doğal karşılanmalıdır. Eğer her görüş ve çıkarın kısıtlama olmadan tatmin edilmesi mümkün olsaydı, zaten siyaset olgusundan da söz edilemezdi.

 

İletişim de mesaj alışverişiyle insanlar arasında “ortaklık sağlama” amacı gütmekte, “insanların sahip oldukları bilgi, düşünce ve tutumlarını, çeşitli yollarla başka kişilere aktararak toplum içinde benzeşme ve birlik sağlamayı” hedeflemektedir. Siyaset bilimci Dan Nimmo da iletişimi, “insanların davranışlarına temel teşkil eden, dünyaya ilişkin imajlarını oluşturan anlamların meydana getirildiği ve bu imajların semboller yardımıyla değiş tokuş edildiği sosyal bir eylem süreci” olarak ifade etmektedir. İletişim, insanın kendi amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli durumlara ilişkin anlamlar ürettiği ve kendi bakış açısını yüklediği bir eylem biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. 5

 

İnsanlar ve gruplar arasında meydana gelen iletişim, sosyal bir çerçevede gerçekleşmektedir. İletişim sadece bilgi vermez aynı zamanda yönlendirir, ikna eder ve duygulara seslenir. Siyaset, iletişimin bu özelliklerini kullanarak amacına ulaşmaya çalışır. Kitleleri yönlendirmek, verilen mesaja inandırmak ve duygularıyla hareket etmelerini sağlamak için iletişim kilit bir rol üstlenmektedir.

 

Demokratik sistemin aktörleri arasında kitle iletişim araçları ve siyasi kadrolar önemli yer tutmaktadır. Kitle iletişim araçları sadece siyasi kadroların mesajlarını halka ulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda siyasi sistemi denetleme işlevi de görürler. Kitle iletişim araçları siyasal bilgi edinme ve siyasal ilgi düzeyini artırmaya da katkıda bulunurlar. Özellikle seçim dönemlerinde kitle iletişim araçlarının taşıdığı siyasi malzeme yükü daha da artmaktadır. 6

 

Kitle iletişim araçlarının toplum ve siyaset üzerindeki etkisini, Amerikalı siyaset bilimci Richard Fagen’in verdiği şu örnek çarpıcı bir biçimde açıklamaktadır: “Eğer 2 bin kişiyi kitle iletişim araçlarında kilit noktalara yerleştirebilecek bir düzenbazlık şebekesi kurabilme imkanı olsa, Amerika’nın tümünü ve dünyanın büyük bir kısmını ABD Başkanının öldüğüne inandırmak işten bile değildir!..” 7

 

Kitle iletişim araçları ya da yaygın kullanımıyla medya işte böylesine stratejik bir öneme sahiptir. Siyasetin oluşumunda ve yönlendirilmesinde medya çok büyük bir önem taşımaktadır.

 

Medya ile siyaset arasındaki ilişkiyi “Medya Demokrasisi” isimli kitabında inceleyen Thomas Meyer, siyasetin medya eliyle yönlendirildiğine şöyle dikkat çekmektedir: 8

“Siyaset alanı medya sisteminin etkisi altına girer girmez önemli ölçüde değişir, medya sisteminin kurallarına bağımlı hale gelir. Medya sisteminin mantığı siyaseti sömürgeleştirirken yalnızca siyasalın betimlenme şeklini ya da diğer sistemlerle ilişkisini yeniden yapılandırmaz; siyasal süreci “üretim” düzeyinde, yani siyasal alanın benzersiz bir yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı düzeyde etkiler. Medya mantığının kuralları, siyasal mantıktaki kurucu faktörleri, birçok durumda onlara yeni anlamlar vererek ve medya yasalarından alınan yeni ögeler ekleyerek yeniden kalıba döker. Bu anlamda sömürgeleşme, siyasetin medya sisteminin mantığına neredeyse koşulsuz teslim olması demektir…”

 

Medya sistemi, siyaseti sömürgeleştirirken bunu zorla yapmamakta, siyasetçinin iktidar olabilmek amacıyla medyayı kullanma istek ve arzusu sömürüye boyun eğmeyi de beraberinde getirmektedir. Oyunun kurallarını medya belirlemekte, siyasal sisteme sadece kuralların nasıl uygulanacağı konusunda küçük bir alan bırakılmaktadır.

 

MEDYANIN KAMUOYU OLUŞUMUNDAKİ ETKİSİ

 

Siyaset biliminin temel konularından biri olan kamuoyu kavramıyla pek çok bilim dalı yakından ilgilenmektedir. Dolayısıyla kamuoyu kavramına yaklaşımlar da bu çerçevede farklılık göstermektedir. Sosyal psikologlar kamu kanaatlerine “kişisel”, sosyologlar “grup olayı” olarak yaklaşırken, siyaset bilimciler kamu kanaatlerini “kitle olayı” olarak değerlendirmektedir.

Kamuoyu kavramını; “aynı toplumsal gruplara üye olanların belirli bir olay karşısında gösterdikleri ortak tutumlar” şeklinde tanımlamak mümkündür. Harwood Childs, kamuoyunu “kanaatlerin toplamı” olarak ifade ederken, grup içi ve gruplar arası etkileşim ve iletişimin de mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtmektedir. “Halkın herhangi bir konuda çoğunlukla birleşen düşüncesi” olarak da ifade edilen kamuoyu, toplumun ortak yargısını yansıtan düşünce ve kavramların toplamını oluşturmaktadır. 9

 

Kamuoyunu “fikirlerin ve kanaatlerin kamu içerisinde ifade edilmesi” olarak gören Wilhelm Bauer, kamuoyunun “statik” ve “dinamik” olmak üzere iki ayrı yönünün olduğunu belirtmektedir. Kamuoyunun statik yanını “adetler, gelenekler ve teamüller” oluştururken, dinamik yanını ise “ikna ve propaganda” oluşturmaktadır. 10

 

Kamuoyunu oluşturan unsurların başında kişisel tutumlar, çevresel etkenler, ideolojiler, nüfus, kültür, siyasal kurumlar ve kitle iletişim araçları gelmektedir. Kamuoyunun oluşumunda birinci aşama; “kitle davranışı” dönemidir. Kanaatler bu dönemde birincil gruplar içinde oluşmaktadır. İkinci aşama, “kamusal tartışmalar ve çelişkiler” dönemidir. Bu dönemde biçimlenen kanaatler ikincil gruplara aktarılmaktadır. Son aşama ise, “kurumsallaşmış karar verme” aşamasıdır. Bu aşama sonucunda da olumlu ya da olumsuz bir eylem ortaya konulmaktadır. 11

 

Kamuoyunun oluşumunda birey ve grupların yanı sıra, kitle iletişim araçları da önemli rol oynamaktadır. Kamuoyu, iletişim ve toplumsal etkileşim süreci içinde oluştuğu için medya vasıtasıyla alınan mesajlar, kanaatlerin oluşumunda etkin olmaktadır. Medyadan mesajı alan birey, mesajın içeriğine göre ya sahip olduğu kanaati pekiştirmekte ya da eğer kararsız bir durumda ise karar vermesi kolaylaşmaktadır. 12

 

Medyanın “gündem oluşturma” gücü de kamuoyunun oluşumunda etkilidir. Kitle iletişim araçları “istedikleri” haberleri önemseyip büyütmekte, yine “kendi istedikleri” haberleri de küçülterek önemsizleştirmektedirler. Medya bu politikayı, kamuoyunun yönlendirilmesinde, etkilenmesinde sıkça kullanmaktadır. Kamuoyu ile medya arasındaki ilişkiyi inceleyen Elisabeth Neumann, “suskunluk sarmalı” prensibine vurgu yapmaktadır. Suskunluk sarmalı; “anonim bir toplumda bağlılığın, değerler ve hedefler üzerindeki yeterli bir anlaşma düzeyi aracılığıyla sürekli olarak sağlanmak zorunda olduğu varsayımı” üzerine kuruludur. Bu “anlaşmayı”, kamuoyu olarak ifade eden Neumann, “suskunluk sarmalı”nın kapsamını ve işleyişini şöyle ifade etmektedir: 13

“Bu tür bir anlaşma sadece siyasal konularda değil, gelenekler ve moda gibi dış etkenler açısından da aranmaktadır. Suskunluk sarmalı kuramı, yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları grupların değil, toplumun da uzlaşmanın dışında kalan bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanmaktadır. Toplum bunları dışlama ve ihraç ile tehdit etmekte, bireyler de belki genetik olarak belirlenen bilinçaltı bir dışlanma korkusu taşımaktadır. Bu dışlanma korkusu, insanların çevrelerinde hangi fikirlerin ve davranış biçimlerinin benimsendiğini ya da reddedildiğini ve hangi fikirlerin ve davranış biçimlerinin taraftarlarının arttığını ya da azaldığını düzenli olarak kontrol etmelerine yol açmaktadır. Eğer insanlar kendi fikirlerinin kamuoyundaki uzlaşma içinde yer aldığına inanırsa, özel ve kamusal tartışmalarda yüksek sesle konuşma cesaretine sahip olurlar. Ama insanlar azınlıkta olduklarını hissederlerse, suskun ve temkinli davranırlar…”

 

Bireyler kendi fikirlerini oluştururken en çok da medyadan sağlanan bilgi ve haberleri kullanmaktadır. Medyanın topluma sunduğu bilgileri değerlendiren bireyler, bu bilgilerin kamuoyunda nasıl algılandığına, kamuoyunun hangi yönde oluştuğuna dikkat ederek, buna göre bir pozisyon almaktadırlar. Eğer medyanın “oluşturduğu kamuoyuna” aykırı fikirleri varsa bile dışlanma korkusuyla bu düşüncelerini açıklamaktan çekinmekte, hatta çoğu zaman hiç açıklamamayı tercih etmektedirler. Çünkü toplum, medyanın oluşturduğu ortam nedeniyle genel kabul gören düşüncelerin dışında farklı bir düşünceye tahammül edememekte, dışlamaktadır.

Medya yaptığı yayınlarla “kamuoyunu oluşturmakta”, topluma da kendi imalatı olan bu sanal oluşumu dayatmaktadır. Bu medya imalatı sanal gündemlere karşı çıkanlar ise “suskunluk sarmalı” duvarına çarpmaktadır.

Medyanın kamuoyu oluşumundaki gücü ortadadır. Bu güç yanlış kullanıldığında ve ehil olmayan ellere geçtiğinde önemli tahribatlara yol açabileceği bilinmelidir.

 

MEDYANIN “KAMU GÖZCÜSÜ” ROLÜ VE MEDIOCRACY

 

Medyanın işlevlerine bakıldığında iki önemli niteliği ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri medyanın “kamu gözcüsü” rolüdür. Medya kamu gözcüsü olarak devlet otoritesinin kullanılmasındaki kötü uygulamaları açığa çıkartmakla görevlidir. Medyanın kamu gözcüsü rolü, aynı zamanda medyanın örgütlenme biçimiyle de yakından ilgilidir. Çünkü kamu otoritesinden bağımsız örgütlenemeyen, ekonomik özgürlüğünü kazanamayan hiçbir medya kuruluşu, kamu gözcüsü olarak görev yapamaz. 14

 

Ancak medyanın kamu gözcüsü rolü, özellikle son yıllarda medya içeriklerinde yaşanan magazinselleşme nedeniyle epeyce arka planlarda kalmıştır. James Curran “kitle iletişimi ve demokrasi” isimli makalesinde kamu gözcüsü rolünün medyanın oldukça politize ve muhalif olduğu dönemlerde işlevsel olduğuna dikkat çekerek, “günümüzde modern medyanın çoğunluğu eğlence araçları haline gelmiştir. Kamusal olaylarla ilgili haberler medya içeriğinin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Doğruyu söylemek gerekirse medyanın rolü, çoğu zaman yapmadığı şeyler açısından tanımlanmaktadır” değerlendirmesinde bulunmaktadır. 15

 

Curran’ın altını çizdiği “medyanın yapmadığı şeyler” konusu büyük önem taşımaktadır. Medyanın ne yazdığına değil aslında “neyi yazmadığına” bakılmalıdır. Çünkü yazılmayan haberlerin arkasında mutlaka bir çıkar ilişkisi bulunmaktadır. Bu çıkar ilişkisi kimi zaman siyasal iktidardan kredi ve teşvik alınması şeklinde tezahür etmekte, kimi zaman da büyük holding ya da şirketlerden reklâm alınması ya da başka menfaatler sağlanması şeklinde olabilmektedir. Böyle olunca da medyanın “kamu gözcüsü” rolü anlamını yitirmektedir. Medya bugün hem kendi çıkarlarının hem de siyasal iktidarın çıkarlarının gözcülüğünü yapan bir konumda bulunmaktadır.

 

Medyanın bir diğer işlevi de “bilgilendirme” rolüdür. Medyanın bilgilendirme rolü, kendini ifadeyi kolaylaştırma, kamusal aklı ileriye götürme ve toplumun kendi geleceğini ortaklaşa belirlemeye imkân sağlama açılarından önem taşımaktadır. Medyanın bilgilendirme rolü demokrasi kültürünün gelişmesine de katkıda bulunmaktadır.

 

Bunlar olması gerekenler, ama acaba pratikte medyanın bilgilendirme rolü nasıl işlemektedir?

Bu konuda “Gazetecilik Etiği ve Demokrasi” isimli makalesinde Manuel Nunez Encabo, “medyanın asıl amacı kamuyu eğitmek ya da kendilerini yargı benzeri karar alma organları olarak tayin etmek değildir. Medyanın amacı kamuoyunu önceden belirlemek ya da oluşturmak da olmamalıdır” yorumunu yapmaktadır. Encabo, medyanın asıl amacını “kamuyu ilgilendiren konulara ilişkin çeşitli enformasyon ve kanıları aktarmak” şeklinde tanımlamaktadır. 16

 

Yani medya “bilgilendirme” rolünü yerine getirirken, kamuoyu oluşturmamalı, kamuoyunu yönlendirmemeli ve kendini kamu otoritesinin yerine koymamalıdır.

Habermas’ın ifadesiyle, “medya kamuoyunu temsil etmez!” Medyada yayınlanan “kanı” ile “kamuoyu” arasında kesin bir ayrım yapılmalıdır. Kamuoyu, halkın kolektif veya bireysel olarak kendi kanılarını genelleştirerek doğrulanabilir bir tarzda ve çoğunluk oluşturacak şekilde dile getirmesidir. Kamuoyunu temsil eden ve meşrulaştıran tek şey halkın kendisidir.

 

Kanı ve kamuoyu kavramlarının yanlış kullanılması medyanın rolüne ilişkin yapılan hataların da kaynağını oluşturmaktadır. Manuel Nunez Encabo’nın da dikkat çektiği gibi medya kamuoyu oluşturmak için enformasyon uyarlamamalı veya kendi çıkarı doğrultusunda kullanmamalıdır. Çünkü medya bu şekilde bilgilendirme rolünü kötüye kullanmakta, kamuoyuna bilgi verme yerine onları yönlendirmekte, kendi istediği şekilde kamuoyunun oluşması için çaba harcamaktadır.

 

Medya, bilgilendirme rolünden sıyrılıp kamuoyu oluşturma rolünü üstlendiğinde işte o zaman da kendini kamu otoritesinin ya da yargının yerine koymaktadır. Böyle olunca da halkın özgür iradesinin yansıması olan demokrasi yerine ortaya “mediocracy” çıkmaktadır. Manuel Nunez Encabo, “mediocracy”, bireylerin devredilemez haklarının yanısıra, devlet erkinin üç temel unsuru olan yasama, yürütme, yargı gücünün meşruluğuna ve gücün kötüye kullanımını engelleyen güçler ayrımına dayanan demokratik topluma zarar verdiğine dikkat çekmektedir. 17

 

Bugün medya kaynaklı sorunların temelinde “mediocracy sendromu”nun yattığı görülmektedir. Halkı temsil etmeyen, kendi çıkarına öncelik veren ve bunu demokratik topluma zarar verme pahasına yapan bir medya anlayışının mutlaka gözden geçirilmesi gereklidir.

 

 

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE MEDYA DÜZENİ

 

Küreselleşme süreci, siyasal ve ekonomik alanlarda olduğu gibi “medya düzeni” üzerinde de çok önemli değişim ve dönüşümlere neden olmaktadır.

Küreselleşme süreciyle birlikte bilgi ve görüntü mekânları yeniden yapılanmakta, yeni bir “iletişim coğrafyası” ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte küresel ağlar ve uluslararası bilgi akışı modeli oluşmakta, sahip olduğumuz mekân ve zaman duygularımız yeniden şekillenmektedir.

 

Teknolojik gelişmeler yeni küresel medya sanayisini doğurmuş, görsel/işitsel üretim belirli bir mekâna hapsolmaktan çıkmış, adeta yurtsuzlaşmıştır. Yeni küresel medya araçlarının pazar alanı artık bütün dünyadır. Yerel kültürler için üretim yapma devri kapanmış, New York’tan Kahire’ye, Londra’dan Ankara’ya, Brüksel’den Yeni Delhi’ye kadar bütün kültürler hedef kitle kapsamına alınmıştır.

 

Küresel medya düzeninin temelini ticari gelir kaygıları oluşturmakta, küresel yayın kuruluşları, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, kamu yararı ve ulusal kültür gibi toplumsal hiçbir endişe taşımamaktadır. Küresel medya düzeninde bireyler “tüketici” olarak görülmekte, tüketicinin seçme talebini artırmak için çaba harcanmaktadır.

David Morley ve Kevin Robins “Kimlik Mekânları” isimli kitaplarında küresel medya anlayışını şöyle ifade ediyorlar: 18

 

“Kar ve rekabet mantığıyla hareket eden yeni medya şirketlerinin şimdi en önemli amacı, bundan böyle ürünlerini mümkün olan en geniş tüketici kitlesine ulaştırmaktır. Bu durumda da sürekli bir gelişmeci eğilim vardır ve bu eğilim durmaksızın genişletilmiş görsel/işitsel mekânlar ve piyasalar inşa edilmesi yönünde çalışmaktadır. Ulusal toplulukların eski sınırları ve engellerinin yıkılması artık zorunludur ve bu sınırlar, ticari stratejinin yeniden örgütlenmesinin önündeki keyfi ve irrasyonel engeller olarak görülmektedir. Görsel/işitsel coğrafyalar böylece ulusal kültürün sembolik mekânlarından uzaklaşmakta ve uluslararası tüketici kültürün daha evrensel ilkeleri temelinde yeniden düzenlenmektedir. İthal programların serbest ve engelsiz dolaşımı, yeni medya düzeninin en büyük idealidir. Bu öyle bir idealdir ki, bunun mantığı nihai olarak küresel programlar ve küresel piyasalar oluşturulmasına varır. Ve daha şimdiden, bu ideali gerçek kılmaya çalışan küresel şirketlerin iktidarını görmekteyiz. Yeni medya düzeni, artık küresel bir düzen haline gelmeye başladı…”

 

David Morley ve Kevin Robins’in tam on yıl önce yaptıkları bu tespit, bugün fazlasıyla gerçekleşmiş durumdadır. Bugün dünyada artık küresel medya şirketlerinin iktidarını görmekteyiz. Bu küresel medya şirketleri; ya stüdyo kurup tüm dünyaya yayacakları ürünler üretiyorlar, ya üretilen bu ürünlerin dağıtımını yapıyorlar ya da donanım sağlayan bir yapı kurarak, üretilen ürünlerin tüm dünyada hızlı bir şekilde dolaşımına imkân veren altyapıyı kuruyorlar.

 

Bazı küresel medya şirketleri sahip oldukları gücü yetersiz bularak diğer küresel şirketlerle birleşme yoluna gitmekte, böylece güçlerine güç katarak pazar paylarını artırmanın yollarını aramaktadır. Ayrıca eğlence ve bilgi hizmetleri sunan şirketler, güçlerini telekomünikasyon sanayisi ile birleştirdiğinde ortaya “mültimedya” şirketleri çıkmakta, bu şirketler kablolu televizyon yayını ile birlikte evden alışveriş yapma, bankacılık hizmetleri ve benzeri pek çok hizmeti de sunabilmektedir. Küreselleşme, medyanın hakim olduğu ekonomik gücün artmasını da beraberinde getirmektedir.

 

MEDYADA TEKELLEŞME OLGUSU

 

Medyada son yıllarda iyice artan tekelleşme ve yoğunlaşma olgusu ciddi şekilde tartışma konusu olmaktadır. Radyo ve televizyon yayıncıları arasında sahiplik ve sermaye entegrasyonu şeklinde gerçekleşen ilişki biçimi “yatay medya yoğunlaşması” şeklinde adlandırılırken, televizyon ve radyo yayıncıları ile program üreten firmalar ve dağıtım pazarları arasındaki sahiplik ve sermaye ilişkisi “dikey medya yoğunlaşması” olarak tanımlanmaktadır. Televizyon ve radyo yayıncıları ile yazılı basın ve internet sağlayıcıları gibi medya unsurları arasındaki sahiplik ve sermaye ilişkisi ise “çapraz medya yoğunlaşması” şeklinde tanımlanmaktadır. 19

 

Dünya medyasında yukarıda sıralanan üç yoğunlaşma ve tekelleşme biçimine de rastlanmaktadır. Türkiye’deki duruma bakıldığında, medya sahiplerinin sektörün hemen her alanında faaliyet gösterdiği görülmektedir. Televizyon sahibi olan medya patronlarının aynı zamanda radyo sahibi olması, gazete ve dergilerinin bulunması, ayrıca dağıtım şirketlerinin de olması dikkat çekmektedir. Aynı medya sahiplerinin, bununla da yetinmeyip program üreten, dağıtan şirketler kurmaları, reklâm pazarlama işine soyunmaları da medyada yoğunlaşmayı artırmaktadır. Bunların yanı sıra, medya sahiplerinin medya sektörü dışında da finans başta olmak üzere stratejik alanlarda yatırım yaptıkları da bilinmektedir.

 

Medyanın çok önemli bir güç haline geldiği dikkate alındığında, medya sahiplerinin hem medya sektöründe hem de medya dışı stratejik alanlarda devasa ekonomik güce sahip olmaları, beraberinde pek çok sakıncalı durumu da getirmektedir.

Her şeyden önce, medya dışı alanlarda yatırım yapan medya sahiplerinin mutlaka siyasal iktidar ile “iş ilişkisi” bulunmaktadır. Böyle bir ilişki biçiminde, ya medya sahipleri ellerinde bulundurdukları “medya gücünü” kullanarak menfaat sağlama yoluna gidebilmekte, ya da siyasal iktidarlar “medyayı kontrol altında tutabilmek amacıyla” medya sahipleri lehine hukuka uygun olmayan birtakım işlemler yapabilmektedirler.

 

Her iki durumda da medya/siyaset ilişkisinde etik dışı durumlar ortaya çıkmaktadır. Medyada tekelleşme olgusu arttıkça ve medya sahiplerinin medya dışı alanlarda faaliyet göstermeleri devam ettikçe, bu etik kurallara aykırı davranış biçimlerinin süreceği de bilinmelidir.

 

Türkiye özeline bakıldığında, ülkemizde medya gücünün demokratik toplumlarda olması gerekenden çok daha fazla bir gücü elinde bulundurduğu, hem siyaset hem de ekonomi alanlarında çok etkin olduğu görülmektedir.

Türkiye’de medya sektörünün özellikle son yıllarda kârlı bir sektör olmaktan çıktığı, reklâm gelirlerinin azaldığı, hatta kimi medya organlarının yüklü borçlarının olduğu da bilinmektedir.

 

Buna rağmen kimi medya sahipleri, kar etmedikleri medya sektörünü terk etmemekte ısrarcı davranmaktadır. Bunun nedenlerinden başlıcası, ellerindeki medya gücünü, medya dışı faaliyetleri için siyasi erkin üzerinde adeta bir “yaptırım aracı” olarak kullanmak istemeleridir.

Yine Türkiye özeline bakıldığında medya sektörü 1990’lı yıllardan sonra siyasal iktidarın verdiği kredi ve teşviklerle çok büyük yatırımlar yapmış, devasa tesisler kurmuş, pek çok yeni teknolojiyi medya sektöründe kullanmaya başlamıştır. Bunlar yapılırken bir yandan da amansız bir rekabet ortamı gelişmiş, promosyon kampanyaları birbirini izlemiş, sonuçta medya sektörü büyük bir çıkmazın içine girmiştir.

 

Medyanın girdiği çıkmazın okuyucu cephesine bakıldığında, öncelikle medyanın toplum üzerindeki inandırıcılığı azalmış, promosyon kampanyaları gazeteleri adeta tabak-çanak satan işyerlerine dönüştürmüştür. Son yıllarda gazetelerin kültür ağırlıklı promosyonlara yöneldikleri görülse de geçmişte açılan yaranın olumsuz etkileri halen devam etmektedir.

 

Medyanın karşı karşıya bulunduğu çıkmazın sektör cephesinde ise alınan teşvik ve kredilerle medyanın “iktidar bağımlısı” bir görüntü vermesidir. Medya sektörüne iktidar tarafından sağlanan kolaylıklar ve önemli olanaklar, bir süre sonra siyasal iktidarın medyayı yönlendirmesi, kontrol altına alması şekline dönüşebilmektedir. Yayın politikalarını bile olumsuz etkileyen bu uygulama, medyanın halkı bilgilendirme, kamu gözcüsü rolünü yerine getirme ve eleştirel bakabilme işlevlerini köreltmektedir.

 

SONUÇ

 

Küreselleşme sürecinin getirdiği teknolojik gelişme, kamuoyunu yönlendiren, ikna eden ve rıza üreten kitle iletişim araçlarının hayatımızdaki öneminin daha da artacağını göstermektedir. Medya kamuoyunu yönlendiren çok önemli bir güç haline geldikçe, medyayı da yönlendirmek isteyen başka güçler ortaya çıkmaktadır. Çünkü çok karmaşık bir yapıya sahip olan kamuoyuna nüfuz edebilmenin en kestirme ve etkili yolu, medyayı manipüle etmekten geçmektedir.

 

Medyayı yönlendirmek, kontrolü altına almak isteyen kurumların başında siyaset gelmektedir. Özellikle siyasal iktidarlar, medya gücünü kendi tekellerinde tutmaya özen göstermekte, siyasal iktidarlarının uzun süreli olması için medya gücüne ihtiyaç duymaktadırlar. Ekonomik alanda da medya gücüne önemli oranda ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle çok uluslu şirketler, küresel pazarlarda hâkimiyet kurmak, markalarının kamuoyunda benimsetilmesi ve yaygınlaştırılması için medya gücünden yararlanmayı amaçlamaktadırlar.

 

Medyanın, özgür, bağımsız ve kimseyle çıkar ilişkisi olmadığı sürece ancak gerçek işlevlerini yerine getirebileceği bilinmelidir. Medya siyaset kurumundaki, siyasal iktidarın uygulamalarındaki yanlış ve eksikliklere dikkat çekebilmeli, eleştiri hakkını kullanabilmeli ve kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getirmelidir.

 

Ancak siyasal iktidar ile bir biçimde “çıkar ilişkisi” içine giren medya, gerçek işlevinden de yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamaktadır. Medyanın ekonomik yapısı, yayın organlarının politikalarına da olumsuz şekilde yansımaktadır. Türkiye özeline bakıldığında, Türk medya sektörü verimli çalışan ve iyi yönetilen bir sektör değildir. Şimdiye kadar medya sektörüne yapılan yatırımların iyi planlanmadığı, bugün alınan sonuçlardan ve gelinen noktadan da anlaşılmaktadır.

Türkiye’de medya sektörü, medya sahiplerinin medya dışı işlerinden aktardıkları maddi kaynaklara muhtaç durumdadır. Medya sahipleri, bu kaynak aktarımını sürekli olarak yapamadıkları için bir süre sonra medya kuruluşları, gelir temin edebilmek için etik kuralları zorlayan ilişkiler içine girmek zorunda kalabilmektedir.

 

Bu noktada reklâm unsuru üzerinde de durmak gereklidir. Medyanın en önemli gelir kaynağını reklâm gelirleri oluşturmaktadır. Gazeteler belirli oranlarda gazete satışından gelir elde etseler de, televizyon ve radyolar çok büyük oranda reklâm gelirleri ile yaşama imkanı bulabilmektedirler. Böylesine hayati bir role sahip olan reklâm, doğru kullanılmadığında tehlikeli sonuçlar doğurabilmektedir.

 

Öyle ki, kimi reklâm verenler ellerindeki reklâm gücünü medya kurumlarının yayın politikalarını yönlendirme amaçlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin, reklâm verenin hoşuna gitmeyen haberler nedeniyle reklâmların durdurulması uygulamasına sık rastlanmakta; bazen de reklâm veren şirket ya da holding kendisi ile ilgili olumsuz haber çıkmaması için reklâmın gücünü kullanma yoluna gitmektedir.

 

Kimi medya kurumlarının da reklâm alamadıkları şirketleri ellerindeki medya gücü aracılığıyla “ikna etme” yolunu seçtiği bilinmektedir. Reklâm vermeyen şirketler, olumsuz yayınlarla adeta tehdit edilebilmekte, reklâm vermeye zorlanmaktadır.

Tüm bu olumsuzluklar, medyanın gerçek görevini yapacak koşulların ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte artmıştır. Medya bağımsız, özgür ve şeffaf olmalıdır. Medya kuruluşlarının siyasal iktidarlar ve küresel şirketler başta olmak üzere hiçbir güçle ekonomik ve siyasal bir çıkar ilişkisi bulunmamalıdır.

 

Medya kuruluşları, ekonomik olarak da bağımsız olmalı, başkasının desteğine ihtiyaç duymamalıdır. Medya sahipleri de yalnızca medya sektöründe faaliyet göstermeli, özellikle finans ve siyasal iktidar ile ilişki kurmak zorunda kalacağı sektörlerden uzak durmalıdır. Medya, demokratik toplumun vazgeçilmez bir unsurudur. Özgür, bağımsız, hiçbir gücün desteğine ihtiyaç duymayan bir medya, daha yaşanabilir bir dünyanın kurulmasına önemli katkılarda bulunabilir. Medya gücünün halkın yararına kullanıldığında barış ve huzur kaynağı olacağı, “gücün medyası” haline geldiğinde ise adaletsizliğe ve hukuksuzluğa yol açacağı unutulmamalıdır.

 

Notlar:

1 Sean MacBride, Bir Çok Ses, Tek Bir Dünya, UNESCO Uluslararası Komisyon Raporu. Ankara: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yayını, 1993, s.15.

2 Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş. Ankara, 1998, s.17.

3 David Easton, A Systems Analysis of Political Life. New York: John Wiley, 1965, bkz. İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış. İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları, 1997, s.7

4 Turan, s.7.

5 Dan Nimmo, Political Communication and Public Opinion in America. California, 1978, s.4.

6 Oya Tokgöz, Siyasi Haberleşme ve Kadın. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, No:429, 1979, s.4

7 Richard Fagen, Communicatıon and Politics. Boston: Little, Brown and Co. 1966, s.42

8 Thomas Meyer, Medya Demokrasisi: Medya Siyaseti Nasıl Sömürgeleştirir. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2002, s.72.

9 Harwood Childs, An Introduction to Public Opinion. New York: Wiley And Sons, 1940, s.44

10 Wilhelm Bauer, “Public Opinion”, The İnternational Encyclopaedia of Social Sciences. New York: MaçMillan, 1948. Vol.12, s.669

11 Arsev Bektaş, Kamuoyu, İletişim ve Demokrasi. İstanbul: Bağlam Yayınları, 1996, s.96.

12 Abdullah Özkan, Siyasal İletişim: Partiler, Seçimler, Stratejiler. İstanbul: Nesil Yayınları, 2004, s.215.

13 Elisabeth Noelle Neumann, The Contribution of Spiral of Silence Theory to an Understending of Mass Media. New York: Paragon House, 1992, s.75; bkz. Süleyman İrvan (der.) Medya, Kültür, Siyaset. Ankara: Ark Yayınları, 1997, s.226.

14 James Curran, “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, içinde Süleyman İrvan (der.) Medya, Kültür, Siyaset. Ankara: Ark Yayınevi, 1997, s.145.

15 Curran, s.146.

16 Manuel Nunez Encabo, “Gazetecilik Etiği ve Demokrasi”, içinde Süleyman İrvan (der.) Medya, Kültür, Siyaset. Ankara: Ark Yayınevi, 1997, s.291

17 Encabo, s.292

18 David Morley & Kevin Robins, Kimlik Mekanları: Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1997, s.32.

19 Cihaneri Erciyes, “Medya-Siyaset İlişkilerinde Etik Sorunlar ve Türk Basını”, Türkiye ve Siyaset Dergisi, Eylül 2001.