1Doç. Dr. Vedat DEMİR

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi

Küreselleşme çağını yaşadığımız günümüzde çağımızı tanımlayan pek çok nitelemeler yapılmaktadır.. Bunların içinde herhalde en yaygın olanı, “enformasyon çağı” veya “iletişim çağı” ile “enformasyon toplumu” kavramlarıdır. Bunlarla ilgili olumlu ve olumsuz nitelemeler yapılmakta, 21. asra ait açılımlar ortaya konulmaktadır. Bir yanda enformasyon teknolojilerindeki hızlı gelişimin insanoğlunun yaşantısını niteliksel olarak daha önce hiç olmadığı kadar düzelttiğini, öte yandan ise insanların bu teknolojiler sayesinde denetlenerek itaatkâr birer vatandaş haline getirildiğini savunan düşünceler yer almaktadır.

İlk görüşü savunanlara göre, ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarıyla her türlü gelişme, hızlı bir şekilde gelişen iletişim teknolojilerinden faydalanarak, enformasyon toplumu olmakla sağlanacaktır. Bunun aksini savunanlar ise bunun bir aldatmaca olduğunu, değişen bir şey olmayacağını, insanların, gene her türlü bilgi ve haberin değişime uğratılarak, belli hedeflere yöneltilerek, dezenformasyon ve manipülasyonlar yoluyla sistemin uslu birer üyesi haline getirileceğini iddia etmektedirler. Bu çalışmada küreselleşme ve medya ile kitle iletişim araçlarının haber ve bilgi verme işlevindeki farklılaşma ve hakikat algısı ele alınacaktır.

1. Küreselleşme ve Medya

1980’lerden sonra uydu yayıncılığının gelişmesiyle, dünyanın her tarafına yayın yapabilen televizyonlar, coğrafi ve siyasal sınırları da ortadan kaldırmıştır. Bu gelişmelere asrın sonuna doğru hızla gelişen ve yaygınlaşan kişisel bilgisayar ve internet şebekelerini de katarsak küresel çapta bir iletişim çağını yaşamakta olduğumuz görülmektedir. Bu tabiri bilimsel bir iddia olarak ortaya atan ise Kanadalı İletişim Felsefecisi Marschall McLuhan’dır.

McLuhan 1960’lı yıllarda özellikle televizyonun dünyayı küresel bir köye dönüştürebileceği yorumunda bulunmuştu. McLuhan’ın bu öngörüsü, soğuk savaş döneminin şartları, ekonomik sınırlamalar, teknolojinin yaygınlaştırılmasındaki kısıtlamalar ve kamu yayıncılığı gibi faktörler yüzünde uzun süre gecikti. Fakat zaman, uzay ve coğrafi sınırlar sonunda ortadan kalkarak, küreselleşme vakıasını insanlığın gündemine koydu. (Wheeler, 178). Ama bu tarihten önce de. 1940’ların sonunda tam da radyonun diktatörlerin elinde çok etkili bir araç olarak kullanıldığı, komünizm ve faşizm gibi totaliter yönetimlerin uygulamaların tüm dehşetiyle yaşandığı ve yaşanmakta olduğu bir dönemde, kitle iletişim araçlarının insanların yaşantısındaki etkileriyle ilgili öngörüler ortaya atılmaya başlanmıştı.

Bunların en önemlisi George Orwell’in iletişim teknolojilerinin insanları küresel çapta bir diktatörlüğe getireceği ve bütün insanların totaliter bir yönetim altında, onun “Big Brother” (büyük birader) adını verdiği bir sistemin gözetimi ve denetimi altında yaşamak zorunda kalacakları 1984 romanındaki kehanetiydi. Orwell bu kehanetinde daha çok komünizm ve faşizm benzeri bir totalitarizmin hakimiyetindeki bir dünyayı tasvir etmekteydi.(Orwel, 1984) 1984 yılı gelip de kehanet gerçekleşmeyince dünya rahat bir nefes aldı ve liberalizme övgüler düzülmeye başlandı. Liberal ekonominin kökleri sağlam çıkmıştı. Hatta bir süre sonra komünizmin yıkılmasıyla bu rahatlık “liberalizm”in dünyadaki tek ideoloji olarak kaldığı ve “tarihin sonu”nun geldiğini savunan Francis Fukuyama gibi teorisyenler tarafından “küreselleşme”ye övgüler düzülerek, dünyada artık ekonomik sınırların yıkıldığı ve medya aracılığıyla herkesin her şeyden haberdar olduğu bir köye dönüştüğü iddiasına bıraktı.(Fukuyama, 7)

Oysa Orwell’ın ürkütücü kehanetinden başka, o dönemde çok dikkat çekmeyen başka bir kehanet daha vardı. Bu değişik kehanet, Aldous Huxley’in biraz daha eski, biraz daha az bilinen, ancak aynı derecede ürkütücü olan Brave New World (Cesur Yeni Dünya) teziydi. Okumuş insanlar arasında bile yaygın olan inancın tersine, Huxley ile Orwell’ın kehanetleri aynı şeye ilişkin değildi. Orwell’ın uyarısı, dıştan da-yatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme melekelerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise ki-tapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi.

Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe, egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell esaret altında bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan, içki alemleri ve tek başına ipte asılı bir tenis topuyla oyalanmak (yada günümüzde olduğu gibi, bütün gününü televizyon karşısında sihirlenmiş gibi maç veya başka şeyleri seyretmek, internetle meşgul olmak gibi şeylerle önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Huxley’in Brave New World Revisited’de belirttiği gibi, tiranlığa karşı direnmek üzere daima tetikte bekleyen kamusal özgürlükçüler ile rasyonalistler “insanın nere-deyse sonsuz olan eğlenme açlığı”nı hesaba katmamışlardı. 1984’de insanlar acı çekerek denetlenirken, Huxley’in Brave New Worl’unda hazza boğularak denetlenmektedir. (Postman, 7, 8) Konuya başka açıdan bakan Amerikalı siyaset bilimcisi Zbignev Brezenzinski ise “küresel köy” yerine “küresel şehir” terimini kullanır. Çünkü köy sözcüğünün ihtiva ettiği “cemaat ve samimiyet ortamına geri dönüş” çağrışımı, ona göre yeni milletlerarası çevreye pek uygun düşmemektedir.

Çünkü “tetnotranik” adı verilen bilgisayar, televizyon ve telekomünikasyon birleşimi şebekeler dünyayı “birbirine bağlı, sinirli, huzursuz ve gergin ilişkiler yumağı” haline dönüştüreceğinden, insanlar için yabancılaşma riskini yükseltecektir. (Mattelart, 99). Mattelart’ın tabiriyle (97) “Küreselleşme günümüzde yaşanan bir olgu olmasına karşın, aynı zamanda kendi ideolojisini de oluşturmuştur”. Bütün teknolojik imkânlar ve kitle iletişim araçları bu ideolojinin meşrulaştırılması ve kabul ettirilmesi için çalışacaktır. Fakat liberalizmin doğasının gereği zorla veya baskıyla değil, sevdirerek ve isteyerek. Bunun en önemli usulleri de dezenformasyon ve manipülasyondur. Yani haberlerin çarpıtılması ve belli istikamette yönlendirici bir hale getirilmesidir.

2. Medyada Mülkiyet Yapısı

Öncelikle kitle iletişim araçlarının mülkiyet yapısı, haber ve bilgilerin içeriğini önemli ölçüde etkilemektedir. Yazılı basında ve özellikle televizyonlarda bize sunulan haberler çeşitli kaynaklardan, çeşitli kademelerde süzülerek gelmektedir. Bu süreçte, devletlerin menfaatleri, uluslararası şirketlerin beklentileri ve kişisel bakış tarzları haberlerin sunumunu etkilemektedir. Dünya çapında servis yapan haber ajansları sınırlı sayıdadır. Bu ajanslardan, Reuter, AP, AFP gibi 4-5 ajans dünyadaki haber servisinin %90’ını ellerinde tutmaktadırlar.

Bu ajansların tümü Batı kaynaklıdır. Öncelikle bütün haberler Batının bakış açısıyla ele alınmaktadır. Ayrıca ABD gibi ülkelerin bu haberlerin içeriğinin oluşması üzerindeki etkisi çok önemlidir. Uluslararası şirketler de kendi çıkarları doğrultusunda haberleri gerek bizzat medyaya sahip olarak, gerekse reklamveren olarak elinde bulundurduğu reklam gücüyle etkileyebilmektedirler. Medyadaki endüstrileşme bu alandaki maliyeti çok artırmıştır. Bilgi ve haberlerin toplanmasının yüklü bir bedeli vardır. Bu yüzden de gazete ve televizyonlar, mecburen haberleri potansiyel olarak ellerinde bulunduran kuruluşlardan almak zorundadırlar. Belirli bir sunum tarzını benimseyenler de haber toplama bedeli konusunda medyaya küçümsenmeyecek yardımlarda bulunmaktadırlar. Haber ajanslarının ve halkla ilişkiler şirketlerinin büyümesinin başlıca nedeni budur. Söz konusu haber kaynakları bu şekilde çalışarak, medyayı, piyasada belirli bir tezgâhta satabilecekleri olay çeşitlemelerini sunmak zorunda bırakmaktadırlar.

1970’lerin sonunda Unesco tarafından yayınlanan bir raporda bu durumun özellikle mülkiyet değişimlerine nazarları çekerek, “değişen teknolojik yapı ve değişen mülkiyet yapıları özgürlükler için yeni tehlikeler ortaya çıkardığından” bahsetmiştir. MacBride, 21) İdeolojik soğuk savaşın bittiği kapitalizmin dünyanın tek hakimi olarak görüldüğü yeni dünya düzeninde, büyük devletler ve uluslararası şirketler, medyayı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Bu yüzden Chomsky’ye göre(23) yeni medya düzeninde, medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını, yerleşik imti-yazları destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya kaynaşmış olan devletlerin ve şirketlerin menfaatlerine hizmet etmektedir. Bazılarına göre medyanın öylesine büyük bir etkileme gücü vardır ki, insanlara nasıl düşünmelerini ve davranmalarının uygun olacağını telkin edebilir. Çoğu kişiye göre kitle iletişim araçları, çeşitli bilgiler ve görüş açıları sunmak yerine, hakikatin yanılsamalı bir biçimde algılanmasına yol açar. Bunlar, isteyerek olmasa, bile bir noktaya kadar kültürel yabancılaşma ve toplumsal tekbiçimciliğe yol açabilirler ve dünyanın hiçbir parçası bu tehlikeden korunmuş değildir.(MacBride, 18)

İletişim teknolojisindeki gelişmeler, çoğulcu kültürel yapıyı ortadan kaldırmakta, bütün danyada hâkim, dominant ve tek bir kültürün oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Enformasyon teknikleri, kültür hizmetlerinin niteliğini tanımlayan ve üreten tekelleşmiş, tek merkezden yönlendirilen bir kültür ve eğlence pazarının doğmasını sağlamıştır. Bu vakıa, insanların özgün kültürel çevreleriyle bağlantılarını sağlayan ve kültürel gelişmelerin özünü teşkil eden mekanizmaların hızla yok olmasına yol açmaktadır (Hamelink, 21). Dünya televizyonlarındaki programlar büyük ölçüde ABD ve Hollywood kaynaklıdır. Amerikan kültürü ve hayat tarzı tüm dünyada televiz-yon vasıtasıyla yaygınlaştırılmaktadır. Bu kültürel tekbiçimcilikten en muhafazakâr ve kapalı toplumlar bile kurtulamamaktadır.

3. Dezenformasyon ve Hakikat Algısı

Herkes yeni elektronik iletişim ortamları ile dolaşımdaki en yeni bilgiye anında ulaşma imkânına sahip olduğumuz için, dünyanın elektronik bir köy haline geldiğini söylemektedir. Oysa bu “bilgi ve haberin” kalitesi ve doğruluğu pek sorgulanmamaktadır. Ama asıl meseleyi de bu oluşturmaktadır. Kitle iletişim araçlarında haber ve bilgiler bütün dünyada insanlara hissettirmeden, yeniden işlenerek ve formatlanarak sunulur.

Burada yaşanan süreç, televizyonun esasen dezenformasyon denebilecek bir enformasyon türü oluşturarak, “bilgilenmenin” anlamında değişiklik yapmasıdır. Dezenformasyon kavramı aslında soğuk savaş dönemine has bir kavramdır. Karşı casusluk teşkilatlarının birbirlerine doğru zannedilen ama aslında karşısındakini yönlendirmeye matuf bilgileri sızdırmasına verilen isimdir. Kullanımı eski Sovyetleri Birliği tarafından Batı’ya karşı uygulanan enformasyon aldatmacaları ile ilgili yöntemleri göstermek için 80’li yılların başında artmıştır. Bugün, “gerçekdışı haber verme” terimi, çok daha geniş bir anlamda kullanılmaktadır. Gerçekten de 1991’de Körfez Savaşında olduğu gibi, bazı olayların biçimini değiştirmeye ya da onları gizlemeye yardımcı olduklarında, Batılı iletişim araçlarına yönelik bir eleştiriyi de kapsayabilir. Böylece şu ya da bu biçimde sansüre tabi her enformasyon “gerçek dışı bilgi verme” olarak değerlendirilebilir.(Semelin, 34)

Peki günümüzdeki anlamıyla kitle iletişim araçlarında dezenformasyon nasıl gerçekleşmektedir. Postman (119) bunu hemen hemen tam da CIA ve KGB casuslarının kullandıkları anlamıyla kullanmaktadır. Dezenformasyon yanıltıcı (yersiz, ilgisiz, parçalı ya da yüzeysel) enformasyon, yani insanda bir şey hakkında bilgi sahibi olma illüzyonu meydana getiren, oysa aslında insanı bilgilenmekten uzaklaştıran enformasyon demektir. Mevcut teknolojiyle bilgiyi ve haberi saklamak veya yanlış haber ve bilgilerle insanları kandırmak mümkün olmadığına göre bu bilgi ve haberlerin amaç doğrultusunda saptırılması ve doğru haber ve bilgi görüntüsüyle sunulması maksada daha uygun gelmektedir.

MacBride Raporu’nda (175) haberlerin çarpıtılması “Yanlışlık veya sahte kurguların gerçek olayların yerini aldığında, ya da haber yanlı bir yorumu haline bağlandığında (mesela küçültücü sıfatlar, stereo-tipler kullanıldığında” ortaya çıkar denilmekte, ayrıca çarpıtmanın şu şekillerde gerçekleşebileceği sıralanmaktadır:

1. Gerçekten önemli olmayan haberlere önem ve öncelik verildiğinde ve sathi veya asılsız haberlerle, gerçekten haber değeri olan haberler birbirine karıştırıldığında,

2. Derme çatma haberleri bir bütün gibi sunarak, veya kısmi gerçeklikler tüm bir gerçeklikmiş gibi sunulduğunda,

3. Olaylar yanlış yoruma yol açar biçimde sunulduğunda ve kamunun bu doğrultuda yapacağı yorumlar bireysel menfaatlere uygun düştüğünde,

4. Fertleri hatta toplumları ve hükümetleri etki altına alıp, şartlandırma amacıyla, olaylar kuşku veya korku meydana getirecek biçimde sunulduğunda,

5. Kamuoyunda ilgi uyandırmayacağı belli olay ve olgular üstünkörü geçişti-rildiğinde.

Bu yüzden dezenformasyon, sadece yalan haber verme ya da haberi çarpıtma şeklinde algılanmamaktadır. Çünkü bu durum çok incelikli tekniklerle topluma böyle bir durum olduğu hissettirilmeden uygulanmaktadır. Bunun için “gerçek dışı bilge veren” ileti, inanılırlığın güvencesi olan “tarafsızlık görünümüne” sahip olmalıdır. Bu ise asıl kaynağın gizlenilmesini gerektirir. Lacoste’a göre gerçek dışı bilgi vermenin hedefi, karşı görüşte olana, bilgi kaynağının menfaatlerine uygun biçimde hareket edip doğru düşündüğüne inandırarak yanıltmaktır. Böylelikle, alıcıyı yanılgıya düşürmek amacıyla asılsız, gerçek ya da yarı gerçek enformasyonları kasıtlı olarak birbirine karıştırarak “yanlışı doğru gibi göstermek” söz konusudur.

Sonuç olarak gerçek dışı bilgi verme karşı görüşte olanı, uydurma bilgiye inandırma ve onu kendi yenilgisine götürecek bir davranış ve düşünce biçimine sürüklemek için yeterince inandırıcı aldatmacalar uydurmayı bir hak olarak görmektedir. (Semelin, 34) Bu durum medyadaki dezenformasyon için de geçerlidir. Çünkü kitleler, amaç doğrultusunda enformasyonda eksiltme, ekleme veya haberle yorumu birbirine karıştırılarak, tarafsız ve objektif bir görünümde muhataba sunulmaktadır. Özellikle Pazar ekonomisi içinde haberin gerçek olup olmadığından çok sunum biçimi önem kazanmaktadır. Bu konuda en profesyonel davranan haberini en iyi pazarlayan olmaktadır. Ayrıca basitleştirilmiş haber daha çok tercih edilmekte, bu da haberciliği büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Piyasa, bir haberin hikâyesinde neyin aktarılacağını sistematik olarak belirlemektedir.

Bu durum medyada her zaman yalan haber aktarma biçimi olmasa da, asıl önemli olanın ne olduğunu tam olarak anlatmama ve olayları basitleştirerek sunma sonucunu doğurmaktadır. O’Neil, 42) Mesela, bir savaşı, yalnızca belli bir diktatörle çatışmaymış gibi aktarmak, bu kısmen doğru olsa da, bu durum savaşın yalnızca bundan ibaret olduğu intibaını meydana getirebilir. 1991 ve 2003’teki Körfez Savaşları tam da bu şekilde bütün dünyaya sunulmuştur: Kuveyt’i işgal eden veya elinde kitle imha silahları bulunduran ve bütün dünyayı ateşe vermeye hazır zalim diktatör Saddam ve karşısında adaletin ve özgürlüğün savunucusu ABD. Medyayı kutsayanların ve dünyanın artık küçük bir köy haline geldiğini ileri sürenlerin buna örnek gösterdikleri 1. Körfez Savaşı ve medyanın buradaki rolü bu açıdan incelenmeye değer. Körfez Savaşı özellikle televizyonun etkisi açısından küreselleşmenin iyi bir göstergesi olarak sunulmuştu. Herkes naklen bir savaşa şahit olmuştu ve her şey herkesin gözleri önünde cereyan etmişti.

Tarihte ilk defa milyarlarca insan bir savaşı aynı anda naklen izlemişlerdi. İnsanların saatler boyu naklen seyrettiklerinin hakikati yansıtıp yansıtmadığın ise tartışılmamıştı. Saatler boyunca insanların tek gördüğü havai fişeklere benzeyen uçak bombardımanları, füzeler, semaya ateş yağdıran uçaksavarlar ve bulunduğu bir otel odasının penceresinden bizim de gördüğümüz aynı şeyleri saatler boyu anlatmaya çalışan CNN muhabirlerinin ifadeleri. Anlatılanlar bombardıman uçaklarının yağdırdığı bombalar, gemilerden gelen uzun menzilli füzeler ve uçaksavar atışlarının Bağdat semalarını havai fişek gösterilerinin yapıldığı bir şenlik ortamına dönüştürdüğü şeklindeydi. Bilgisayarının başında savaş oyunu izleyen insanlara benziyorduk. Bombalanan, evleri barkları yıkılan ve sığınaklarda ölümü bekleyen insanlar, bombardımanlar sonucu yerle bir olan şehirler, ölen ve yaralanan, sakat kalan kadın, çocuk, yaşlı, genç binlerce insan, akan kanlar, yok olan bir tarih ve kültür, bütün bunların hiçbiri ortada görünmüyordu. Ortada olan evlerinde koltuklarına gömülmüş vaziyette bir futbol maçını seyreder gibi savaşı izleyen insanlardı. Savaş gerçekliği ortadan kaybolmuş, kurgulanmış bir televizyon programı sunulmaktaydı.

Ayrıca 1. Körfez Savaşının çokça kullanılan propaganda malzemelerinden “petrole bulanmış deniz kuşu” görüntüsü de bu illüzyon içinde dünya kamuoyunu yönlendirmek için önemli bir fonksiyon ifa etmiştir. Saddam tarafından Körfeze akıtılan binlerce varil petrol, başta deniz canlıları ve kuşlar olmak üzere pek çok canlının hayatını tehlikeye sokmuştu. Öyleyse Saddam’a dolayısıyla Irak’a yağdırılan bombalar haklı bir gerekçeye dayanıyordu, Bu görüntü öldürülen binlerce Iraklının da çektiği sıkıntıları perdelemekteydi. Sonradan bu görüntünün Alaska’daki bir petrol tankerinin batması sonucu kıyılara dökülen petrole ait olduğu anlaşıldı. Ve bu durum 20. asra, Körfez Savaşına has bir durum değildi. Her alanda aslında farkında olmadan çarpıtılmış haberler insanlar tarafından tek hakikat olarak algılanıyordu. İnsanların çoğu bunun doğruluğunu bile düşünmek zahmetine katlanmıyordu. Özellikle İslam dini hakkında iletilen haberler buna en önemli örnektir. Bu tip haberlerin çoğu Batılı ajanslar tarafından kendi bakış tarzlarıyla, formatlanmış olarak dünya medyasına sunulur. Ülkelerinde televizyonları seyreden veya gazeteleri okuyan milyarlarca insan bu haberleri gerçeğin kendisi olarak algılamaktadır.

11 Eylül sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin karşısında yer alan herkesi ve her ülkeyi terörist olarak nitelemesi, bir ülkeyi işgal etmesini “özgürlük ve demokrasi getirme” olarak sunması ve Amerikan medyasının da bu yöndeki yayınları, konunun aslında ne kadar tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrımcılık konusunda da benzer sorunlar yaşanmaktadır. Meselâ, özellikle Batı medyasında Hıristiyan ya da Yahudi inancına sahip bir kişinin yaptığı terörist faaliyet ya da şiddet eylemleri bu dinlerle ilişkilendirilmemekle birlikte, İslam dinine mensup olanların yaptıkları hareketler Müslümanlıkla irtibatlandırılarak sunulmaktadır.(Demir, 67) Gündemimiz, hangi konulara alaka göstermemiz gerektiği de medya vasıtasıyla belirlenmektedir. Postman’ın da değindiği gibi, bu enformasyonların çoğu “bir konuşma vesilesi olsalar da bizi ilgilendirmezler ve harekete geçirmezler”. Çünkü fertler, kendileri için anlam taşımayan bir enformasyon bolluğu ile karşı karşıyadır ve bu bolluk, fertlere olayların akışında herhangi bir etkide bulunmalarını sağlamaz. J.Baudrillard’a göre “enformasyon bize her şeyi söyleyebilir. Bütün cevaplar ondadır. Ama bunlar, sormadığımız ve sorulmayan sorulara verilen cevaplardır”(Coste-Cerdan, 183).

Gündemimiz, yani neleri, nasıl düşünmemiz ve tartışmamız gerektiği konusu da medya aracılığıyla önümüze konur. Bir konuyu tartışırken, o bitmeden başka bir konu gündemimize giriverir. Her zaman, tartışmamız istenen konularla meşgul oluruz. Bu o kadar ustalıklı yapılır ki, farkına bile varamayız. Teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak insanlar oturdukları yerden televizyon veya internetten, tarihe doğrudan ve fazlasıyla şahitlik edebilmektedir. Kimse dünyanın bütün olaylarıyla ilgilenen evrensel vatandaş olma özelliğine sahip değildir. Batıda haberleşme özgürdür. Dahası, televizyon, dünyaya açıldıkça izleyiciye olan bitenlerin kısmen sorumlusu olduğu duygusunu aşılamaktadır. Dünya tarihi üzerinde genel olarak hiçbir müdahale aracına sahip olmayan seyirci, bu durumda kendi dünyasına kapanır. Televizyon muhteşem bir açılma aracıyken, dünya sorunlarının çokluğu karşısında aksi tesir yaparak kapanmaya yol açabilir. Bu, aynı zamanda bir ölçek ve oran sorunudur. Dünyayı gözlemleyebilme imkânımız arttıkça, ilgi ve merakımız da azalmaktadır. (Wolton, 191)

Sonuç

Çağımız teknolojik gelişmeyle paralel olarak, kitle iletişim araçlarının yani medyanın da çok hızlı geliştiği ve insanların hayatını çok yakından etkiler hale geldiği bir dönem oldu. Bu yüzden bu çağ “iletişim çağı” olarak nitelendirilmektedir. Özellikle 1990 sonrası dönemde, Sovyetler Birliğinin yıkılması sonrasında oluşan küresel sistemde medya, bu düzenin önemli bir ayağını oluşturdu. Televizyon, dünyanın en uzak köşelerinde bile insanlar için önemli bir bilgi ve haber kaynağı olmaya devam etmektedir. Kişisel bilgisayarların çok hızlı gelişimiyle, internet şebekeleri dünyayı bir köy haline getirdi. Kitle iletişim alanındaki bu gelişmeler ve küreselleşme vakıası, insanlığın önüne her türlü bilgiye ulaşma açısından çok büyük imkânlar sunmaktadır.

İnsanların geldiği bu noktada, teknolojik gelişmeler nazara verilerek, asıl önemli unsur olan, haber ve bilginin mahiyeti ve doğruluğunun sorgulanması ise pek tartışılmamaktadır. Ama görünen hakikatin hiç de böyle olmadığı. Teknolojik gelişmelerle hayatımızın önemli bir unsuru olan medya bizim daha doğru haber ve bilgiye, gerçeğe ulaşmamıza çok da fazla katkı sunmamaktadır. Aksine bu kitle iletişim araçları, insanların gerçeklerden, doğrulardan uzak kalması gibi bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Önemli olan kitle iletişim araçlarının çoğalması ve teknolojik gelişmeler değil, insanların doğru bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenmesi ve bunu talep etmesi olacaktır.

KAYNAKÇA

Bride, Sean Mac(Başkan), Bir Çok Ses, Tek Bir Dünya-İletişim ve Toplum-Bugün ve Yarın, Unesco Raporu, Unesco Türkiye Milli Komisyonu, Ankara, 1993.

Chomsky, Noam, Medya Gerçeği, Çev.: Abdullah Yılmaz, Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1993. Demir, Vedat, Medya Etiği, Beta Yayınları, İstanbul, 2006.

Fukuyama, Francis, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev.: Zülfü Dicleli, 2.Baskı, Gün Yayıncılık, 1999.

Hamelink, Cees J., “Enformasyon Devriminden Sonra Yaşam Sürecek mi?”, Enformasyon Devri Efsanesi, Der. ve çev.: Yusuf Kaplan, Rey Yayınları, İstanbul, 1991.

Huxley, Aldous, Cesur Yeni Dünya, Çev.: Ender Aral, Yılmaz Yayıncılık, 1989.

Mattelart, Armand, “Les Nouveau Scenarios de la Communication Mondial”, Le Monde Diplomatiqua, Ağustos 1995. Çev.: Erdal Peker, “Dünya İletişiminde Yeni Senaryolar”, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı:.VIII, 1998.

O’Neil, Jonn, “Piyasada Gazetecilik Yapmak”, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, Der. A.Belsey, R.Chadwick, Çev.: Nurcay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997.

Orwell, George, Bin dokuz yüz seksen dört, Çev.: Nuran Akgören, 4.Baskı, Can Yayınları, İstanbul, 1999.

Postman, Neil, Televizyon: Öldüren Eğlence, Çev.: Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994.

Semelin, Jacque, “Gerçek Dışı Bilgi Verme ya da ‘Yalanı Gerçek Gibi Gösterme ‘ Sanatı”, Medya Dünyası, Der.: Jean-Marie Charon, Çev.: Oya Tatlıpınar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.

Wheeler, Mark, Politic and the Mass Media, Blackwell Puplisher Inc., Chambridge, 1997.

Wolton, Dominique, “Televizyon ve Politika: Demokratik Oyunun Bozulması mı?” Medya Dünyası, Der.: Jean-Marie Charon, Çev.: Oya Tatlıpınar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.