Bugün müzakere sürecinde temel sorun, Türkiye’nin, 1995 tarihli Ortaklık Konseyi kararını Güney Kıbrıs dahil Birlik’e yeni katılan on ülkeye uyarlayan Ek Protokol’ü henüz onaylanıp yürürlüğe koymamış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye, katılım müzakerelerinin başlatılması kararının alındığı Aralık 2004 tarihi Brüksel Avrupa Konseyi öncesinde yayınladığı bir deklarasyonla “müzakerelerin fiilen başlamasından önce” ek protokolü imzalayacağını beyan etmiş; Avrupa Konseyi de, Türkiye’nin bu beyanından duyduğu memnuniyetin altını çizmişti. Ancak hatırlamak gerekir ki Türkiye bu deklarasyonu yayınlarken ek protokolün yürürlüğe konulmasını, Annan Planı’nın referanduma sunulması öncesinde Avrupa Birliği’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik izolasyonların kaldırılmasına ilişkin hazırladığı iki Topluluk tüzüğünün hayata geçirilmesi koşuluna bağlamıştı. Ne var ki planın referandumda reddi ve Birlik’e tam katılım sonrası, Güney Kıbrıs Yönetimi, her iki tüzüğü de – doğrudan ticaret ve mali yardım tüzükleri – veto etti. Bu gelişmeler karşısında Türkiye, ek protokolü onaylamaktan vazgeçti.
Türk kamuoyunda yeterince tartışılmamış olsa da ilgili sorun ya da olası tren kazası, üç farklı senaryo şeklinde 2006 yılının ikinci yarısı boyunca Avrupa’nın gündemindeydi: Trenin raydan çıkması (müzakerelerin tamamen kesilmesi), hat değiştirmesi (özel statü) ya da yavaşlayarak ve bir kısım peronlara uğramadan yoluna devam etmesi. Bu farklı senaryolar karşısında Avrupa Birliği ülkeleri 2006 yılı boyunca ikiye bölünmüş bir görüntü sergiledi. Başını Fransa, Avusturya ve Almanya’nın çektiği bir grup, ek protokol onaylanmadıkça müzakere sürecinin kesin olarak ve bütün başlıklarda dondurulmasını savunurken, İngiltere’nin başını çektiği bir diğer grup, müzakere sürecinde yalnızca ek protokol ve dolayısıyla serbest dolaşıma ilişkin üç başlıkta müzakerelerin dondurulmasını savundu. 15 Aralık tarihli Brüksel Avrupa Konseyi ise karşılıklı talepleri gözeten bir denge noktası kurdu. İşte tam da bu noktada söz konusu dengenin kavranması kritik bir öneme sahip…
Bu çerçevede iki kritik noktanın altını çizmek gerekecektir. Bunlardan ilki, sonuç bildirgesinde soruna ilişkin olarak üç yıllık bir süre için Komisyon’dan rapor istenecek olmasıdır. Komisyon tavsiye kararında bu yönde herhangi bir süre belirtilmemişken sonuç bildirgesinde üç yıllık bir süreden sözedilmesinin anlamı, Avrupa Birliği’nin varolan sorunu üç yıllık bir süre için dondurduğu ve üstü kapalı bir biçimde Türkiye’ye üç yıllık süre tanıdığıdır. Şu halde verili koşullar içerisinde Avrupa Birliği Türkiye müzakerelerinin üç yıl için dondurulduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi sekiz başlık dışındaki diğer başlıklarda müzakerelerin açılmasına bir engel yoktur. Ancak Kıbrıs sorunu çözülmedikçe hiçbir başlık kapatılamayacağı için fiilen müzakere sürecinde aşama kaydetmek de mümkün olamayacaktır. Kamuoyunda savunulanın aksine Avrupa treni yavaşlamamış ama durmuştur.
İkinci kritik nokta, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkindir. Zira Komisyon tavsiye kararında sorunun BM bünyesinde çözümüne işaret edilirken Konsey sonuç bildirgesi bu işareti ortadan kaldırmıştır. İlginç olan, Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımından bu yana hiçbir Konsey bildirgesinde BM’ye referans yapılmadığı gerçeğidir. Şu halde Avrupa Birliği’nde varolan politik irade, Kıbrıs sorununun BM çerçevesinde değil ama Avrupa Birliği çerçevesinde çözümlenmesi yönündedir. Bu gerçek Türkiye’yi iyiden iyiye baskı altına almaktadır. Çünkü BM’nin aksine Avrupa Birliği Kıbrıs’ta iki kesimliliği benimsememektedir. Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği ile imzaladığı katılım antlaşmasına ek on numaralı protokolün birinci maddesine göre “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolünün olmadığı Kuzey’deki topraklarda Topluluk nüktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.” Bu noktada Avrupa Birliği’nin, sorunu Kıbrıs Rum kesiminin terimleriyle kavradığı şüphe götürmez bir gerçektir.
Bugün varılan noktada dönem başkanı Almanya, -tıpkı Fin Planı’nda olduğu gibi- Kıbrıs sorununun kısmi çözümüne yönelik bir planın hazırlığı içerisindedir. Ancak tarafların sahip olduğu pozisyonlar gereği böylesi bir planın hayata geçirilmesi mümkün gözükmemektedir. Zira Kuzey’e yönelik izolasyonların kaldırılabilmesi için Magosa Limanı ve daha da önemlisi Ercan Havaalanının doğrudan ticarete açılması gerekmektedir. Rumların tezi, Ada’da devlet yetkisi kullanabilecek tek makamın Güney Kıbrıs yönetimi olduğu ve dolayısıyla hava alanları ve limanların ancak Güney Kıbrıs hükümetinin denetiminde açılabileceğidir. Ne yazık ki bu tez, yukarda zikredilen katılım antlaşmasına ek protokol çerçevesinde meşru bir hukuksal temele dayanmaktadır. Oysa bulunduğu pozisyon gereği Türkiye’nin bu tür bir öneriyi kabulü, iki kesimliliği reddetmesi anlamına gelir ve bütün tezlerini boşa çıkarır. Şu durumda varolan sorunun çözümü neredeyse imkansızdır ve giderek Ada’da çözümsüzlüğü kemikleştirme istidadı taşımaktadır.
AB perspektifinde incelemeye çalıştığım, ulusal ve uluslararsı gelişmeler Türkiye’nin siyasal hareket kabiliyetinin sınırlanmasına ve otarşik sürece doğru kaymasına doğrudan etki eden olgulardır. Bu hareket noktasından çıkışla, zor bir döneme girmiş olan Avrupa Birliği müzakere süreci ve iç politika meselelerinin en önemli mihenk taşlarından olan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Genel Seçimlerin önümüzdeki sekiz aylık bir periyod içerisinde yapılacak olması, baştan açıklanmaya çalışılan, Türkiye’nin küresel aktör olma niteliğini tersine çevirmekle birlikte, iç ve dış siyasi açılımlarıdaki kontrol etme ve karar alma yetisini olumsuz şekilde etkilemektedir.
Özellikle, son yarım asırlık süreç göz önüne alındığında, siyasi ve ekonomik olarak kalkınma hamlelerine başlayan ve bölgesel güç olarak ön plana çıkmaya başlayan Türkiye’nin uluslararası manevralar ve iç politikadaki tutarsız yaklaşımlar ile olumlu ivme kazanmış konumu, cumhuriyetin ekonomik ve sosyal kazanımları hızlı bir şekilde olumsuz bir sürece doğru yönlendirilmektedir.
Bu süreçte Türkiye’nin aleyhine işleyen mekanizmalar, doğrudan iç politikada bütünlük arz eden açılımlar ile aşılabilir. Otarşik süreç, yani kendi kendini idame ettiren yönelimin, fırsata dönüştürülmasinin temel anahtarı ise, iç siyasette bütünsel olarak hareket edilmesi ile birlikte , küresel ve bölgesel anlamdaki manevralarda daha etkin rol oynanması ve sürecin bir parçası olmak yerine sürece yön verebilen bir aktör olma özelliği kazanılması ile gerçekleştirilebilir.