Türkiye, 2002 seçimleri sonrası iç ve dış gelişmelerin etkisiyle küreselleşme sürecinin bir aktörü olma yolunda mesafe kat etmeye başlamıştı. Parlamento’da güçlü bir siyasi iktidar oluşmuş, görece ekonomik istikrar sağlanmış, PKK terörü etkisini yitirmiş, AB serüveni ivme kazanmış ve nihayet ekonomik krizin açtığı yaralar kapanmaya başlamıştı. Toplumsal bütünlüğünü pekiştirerek içsel sorun alanlarının yavaş yavaş üstesinden gelmeye başlayan Türkiye, uluslararası politikanın da bir öznesi olma yolunda hızla ilerliyordu. Bugün yaşananlar ise süreci tersine çevirme istidadı taşıyor ve Türkiye’yi giderek içine kapalı, kendi yağı ile kavrulan (otarşik) bir sürece girmeye zorlanıyor. Hırant Dink süikastının travmatik etkisi toplumsal bütünleşmenin; Cumhurbaşkanı seçimi tartışmaları ise siyasal bütünleşmenin ne derece hassas dengeler üzerine oturduğunu gün yüzüne çıkarıyor. Ve içsel sorun alanlarında manevra alanı daralan Türkiye, başta Kuzey Irak ve Ortadoğu olmak üzere dışsal sorun alanlarında da etkisizleşip süreci etkileme ve kontrol etme yeteneğini yitirmeye zorlanıyor. Bugün Türkiye, AB ve ABD tarafından uluslararası politikanın aktörü değil ama giderek nesnesi olmaya zorlanıyor. Aşağıdaki satırlarda bu karmaşık sürecin oluşmasında ve stratejik boşlukların son dönemde doğmasındaki en önemli faktör olan AB ilişkilerini yalnızca bir örnek olay incelemesi olarak ele almak istiyoruz…
 
 
 
Türkiye Avrupa Birliği müzakerelerinin resmi olarak başlaması üzerinden henüz bir yıl geçmişken 15 Aralık 2006 tarihli Brüksel Avrupa Konseyi, Türkiye ile katılım müzakerelerinin sekiz başlıkta dondurulması kararını aldı. Müzakere sürecinin zorlu geçeceği biliniyordu. Bu süreci zorlaştıran ya da “tren kazası” riskini artıran bir öğe, Türkiye için ön görülen müzakere çerçevesinin geçmiş genişleme deneyimlerinden farklı olarak “politik” ve “yakından izleyici” niteliği ise bir diğer öğe de tren kazasına yol açacak politik sorunların tarihin baskısıyla karmaşıklaşmış çözümü son derece güç sorunlar olmasıydı. Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler hesaba katıldığında Türkiye’de mevcut siyasal iktidarın varolan sorun alanları konusunda manevra alanının giderek daraldığını görmek gerekiyor. Akılda tutulması gereken bir diğer gerçek de, sorun alanlarına paralel olarak Türk kamuoyunda giderek güç kazanan Avrupa Birliği karşıtlığı…

Bugün müzakere sürecinde temel sorun, Türkiye’nin, 1995 tarihli Ortaklık Konseyi kararını Güney Kıbrıs dahil Birlik’e yeni katılan on ülkeye uyarlayan Ek Protokol’ü henüz onaylanıp yürürlüğe koymamış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye, katılım müzakerelerinin başlatılması kararının alındığı Aralık 2004 tarihi Brüksel Avrupa Konseyi öncesinde yayınladığı bir deklarasyonla “müzakerelerin fiilen başlamasından önce” ek protokolü imzalayacağını beyan etmiş; Avrupa Konseyi de, Türkiye’nin bu beyanından duyduğu memnuniyetin altını çizmişti. Ancak hatırlamak gerekir ki Türkiye bu deklarasyonu yayınlarken ek protokolün yürürlüğe konulmasını, Annan Planı’nın referanduma sunulması öncesinde Avrupa Birliği’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik izolasyonların kaldırılmasına ilişkin hazırladığı iki Topluluk tüzüğünün hayata geçirilmesi koşuluna bağlamıştı. Ne var ki planın referandumda reddi ve Birlik’e tam katılım sonrası, Güney Kıbrıs Yönetimi, her iki tüzüğü de – doğrudan ticaret ve mali yardım tüzükleri – veto etti. Bu gelişmeler karşısında Türkiye, ek protokolü onaylamaktan vazgeçti.

Türk kamuoyunda yeterince tartışılmamış olsa da ilgili sorun ya da olası tren kazası, üç farklı senaryo şeklinde 2006 yılının ikinci yarısı boyunca Avrupa’nın gündemindeydi: Trenin raydan çıkması (müzakerelerin tamamen kesilmesi), hat değiştirmesi (özel statü) ya da yavaşlayarak ve bir kısım peronlara uğramadan yoluna devam etmesi. Bu farklı senaryolar karşısında Avrupa Birliği ülkeleri 2006 yılı boyunca ikiye bölünmüş bir görüntü sergiledi. Başını Fransa, Avusturya ve Almanya’nın çektiği bir grup, ek protokol onaylanmadıkça müzakere sürecinin kesin olarak ve bütün başlıklarda dondurulmasını savunurken, İngiltere’nin başını çektiği bir diğer grup, müzakere sürecinde yalnızca ek protokol ve dolayısıyla serbest dolaşıma ilişkin üç başlıkta müzakerelerin dondurulmasını savundu. 15 Aralık tarihli Brüksel Avrupa Konseyi ise karşılıklı talepleri gözeten bir denge noktası kurdu. İşte tam da bu noktada söz konusu dengenin kavranması kritik bir öneme sahip…

 
 
Konsey bildirgesi öncesinde 6 Kasım tarihli Komisyon tavsiye kararı, Avrupa Birliği’nin bir hukuk birliği olduğunun altını çizerek hukuksal yükümlülüklerin ihlalinin sonuçsuz kalamayacağını vurgulamış ve Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmediğine işaret ederek sekiz başlıkta müzakerelerin askıya alınmasını önermişti. Ancak tavsiye kararında altı çizilen en kritik konu belki de, ek protokol tam olarak uygulanmadıkça açılmış ya da açılacak hiçbir başlığın kapatılmaması gereği idi. Yine tavsiye kararında yıllık ilerleme raporlarında Komisyon’un Konsey’i konuya ilişkin bilgilendireceği, diğer başlıklarda müzakere sürecinin devam edeceği ve Kıbrıs sorununun “BM gözetiminde kapsamlı çözümüne yönelik müzakerelerin 2007’de yeniden başlatılması” gereği vurgulanmıştı. Komisyon’un ilgili kararı üzerine 11 Aralık tarihli Bakanlar Konseyi, Komisyon kararından farklılaşan bir dizi karara imza attı. 15 Aralık tarihli Konsey sonuç bildirgesi de bu kararı onayladı.

Bu çerçevede iki kritik noktanın altını çizmek gerekecektir. Bunlardan ilki, sonuç bildirgesinde soruna ilişkin olarak üç yıllık bir süre için Komisyon’dan rapor istenecek olmasıdır. Komisyon tavsiye kararında bu yönde herhangi bir süre belirtilmemişken sonuç bildirgesinde üç yıllık bir süreden sözedilmesinin anlamı, Avrupa Birliği’nin varolan sorunu üç yıllık bir süre için dondurduğu ve üstü kapalı bir biçimde Türkiye’ye üç yıllık süre tanıdığıdır. Şu halde verili koşullar içerisinde Avrupa Birliği Türkiye müzakerelerinin üç yıl için dondurulduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi sekiz başlık dışındaki diğer başlıklarda müzakerelerin açılmasına bir engel yoktur. Ancak Kıbrıs sorunu çözülmedikçe hiçbir başlık kapatılamayacağı için fiilen müzakere sürecinde aşama kaydetmek de mümkün olamayacaktır. Kamuoyunda savunulanın aksine Avrupa treni yavaşlamamış ama durmuştur.

İkinci kritik nokta, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkindir. Zira Komisyon tavsiye kararında sorunun BM bünyesinde çözümüne işaret edilirken Konsey sonuç bildirgesi bu işareti ortadan kaldırmıştır. İlginç olan, Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımından bu yana hiçbir Konsey bildirgesinde BM’ye referans yapılmadığı gerçeğidir. Şu halde Avrupa Birliği’nde varolan politik irade, Kıbrıs sorununun BM çerçevesinde değil ama Avrupa Birliği çerçevesinde çözümlenmesi yönündedir. Bu gerçek Türkiye’yi iyiden iyiye baskı altına almaktadır. Çünkü BM’nin aksine Avrupa Birliği Kıbrıs’ta iki kesimliliği benimsememektedir. Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği ile imzaladığı katılım antlaşmasına ek on numaralı protokolün birinci maddesine göre “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolünün olmadığı Kuzey’deki topraklarda Topluluk nüktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.” Bu noktada Avrupa Birliği’nin, sorunu Kıbrıs Rum kesiminin terimleriyle kavradığı şüphe götürmez bir gerçektir.
Bugün varılan noktada dönem başkanı Almanya, -tıpkı Fin Planı’nda olduğu gibi- Kıbrıs sorununun kısmi çözümüne yönelik bir planın hazırlığı içerisindedir. Ancak tarafların sahip olduğu pozisyonlar gereği böylesi bir planın hayata geçirilmesi mümkün gözükmemektedir. Zira Kuzey’e yönelik izolasyonların kaldırılabilmesi için Magosa Limanı ve daha da önemlisi Ercan Havaalanının doğrudan ticarete açılması gerekmektedir. Rumların tezi, Ada’da devlet yetkisi kullanabilecek tek makamın Güney Kıbrıs yönetimi olduğu ve dolayısıyla hava alanları ve limanların ancak Güney Kıbrıs hükümetinin denetiminde açılabileceğidir. Ne yazık ki bu tez, yukarda zikredilen katılım antlaşmasına ek protokol çerçevesinde meşru bir hukuksal temele dayanmaktadır. Oysa bulunduğu pozisyon gereği Türkiye’nin bu tür bir öneriyi kabulü, iki kesimliliği reddetmesi anlamına gelir ve bütün tezlerini boşa çıkarır. Şu durumda varolan sorunun çözümü neredeyse imkansızdır ve giderek Ada’da çözümsüzlüğü kemikleştirme istidadı taşımaktadır.

AB perspektifinde incelemeye çalıştığım, ulusal ve uluslararsı gelişmeler Türkiye’nin siyasal hareket kabiliyetinin sınırlanmasına ve otarşik sürece doğru kaymasına doğrudan etki eden olgulardır. Bu hareket noktasından çıkışla, zor bir döneme girmiş olan Avrupa Birliği müzakere süreci ve iç politika meselelerinin en önemli mihenk taşlarından olan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Genel Seçimlerin önümüzdeki sekiz aylık bir periyod içerisinde yapılacak olması, baştan açıklanmaya çalışılan, Türkiye’nin küresel aktör olma niteliğini tersine çevirmekle birlikte, iç ve dış siyasi açılımlarıdaki kontrol etme ve karar alma yetisini olumsuz şekilde etkilemektedir.

Özellikle, son yarım asırlık süreç göz önüne alındığında, siyasi ve ekonomik olarak kalkınma hamlelerine başlayan ve bölgesel güç olarak ön plana çıkmaya başlayan Türkiye’nin uluslararası manevralar ve iç politikadaki tutarsız yaklaşımlar ile olumlu ivme kazanmış konumu, cumhuriyetin ekonomik ve sosyal kazanımları hızlı bir şekilde olumsuz bir sürece doğru yönlendirilmektedir.

Bu süreçte Türkiye’nin aleyhine işleyen mekanizmalar, doğrudan iç politikada bütünlük arz eden açılımlar ile aşılabilir. Otarşik süreç, yani kendi kendini idame ettiren yönelimin, fırsata dönüştürülmasinin temel anahtarı ise, iç siyasette bütünsel olarak hareket edilmesi ile birlikte , küresel ve bölgesel anlamdaki manevralarda daha etkin rol oynanması ve sürecin bir parçası olmak yerine sürece yön verebilen bir aktör olma özelliği kazanılması ile gerçekleştirilebilir.