Dr. Bahadır Kaleağası
BRÜKSEL – “Yine hükümetsiz uyandık. Belki yarın ülkesiz uyanırız…”
Belçika halkının bu kaygısı yalnızca aylar süren hükümetsiz dönemlerden kaynaklanmıyor. Söz konusu olan bir meclis denklemi sorunu da değil. Belçika tarihi ve 21. yüzyıldaki siyaset gündemi, Avrupa’yı anlamak ve Türkiye açısından da değerlendirmek için önemli veriler ve bulgular içermekte.
Belçika’da siyaseti anlamak zordur. Bu ülkenin başkenti Brüksel aynı zamanda dünyanın en uluslararası kentidir. Mimari çeşitliliği, gastronomi zenginliği, ılık sosyal yaşamı dikkat çeker. Geçmişte Victor Hugo, Alexandre Dumas, Auguste Rodin ve Karl Marx gibi birçok ünlü kişiye yaşamlarının bir döneminde sığınak olmuştur. Bugün ise dünyada en yüksek sayıda diplomat, yabancı gazeteci, uluslararası özel sektör temsilcisi, lobici, siyasal, kültürel, bölgesel ve sivil toplumsal temsil bürosu olan kenttir Brüksel. Merkezinde yabancıların oranı yarıya yaklaşır, İngilizce yaygındır. Ne de olsa yalnızca Belçika’nın değil, Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun merkezidir. Aynı zamanda da Belçika federal sistemi içinde bölgesel bir başkenttir. Brüksel, hem Brüksel eyaletinin, hem de Flamanya eyaletinin başkentidir.
Düz coğrafyada engebeli tarih
Jules Sezar, fetihlerini Roma’da Senato’ya raporladığı eserlerinden birinde “Galya halkları arasında en cesuru Belçikalılar” diyor (Commentarii De Bello Gallico, MÖ 52). Sezar’ın Galya seferinde savaştığı Belçikalılar olarak tanımladığı halk bugünkü Belçika’nın dışında, Fransa’nın Kuzey Batısı’nda kalan bölgede yaşamış. Roma İmparatorluğu’nun Belgica olarak isimlendirdiği bu eyalette Kelt ve Germen karışımı kabileler Roma ordusuna uzun süre direnmiş. Avrupa toplumsal belleğinde önemli bir yeri olan Goscinny ve Uderzo’nun çizgi romanı Asterix’in serüvenlerine de ilham kaynağı olmuş.
Normandiya’dan kuzeye, bugünkü Hollanda’ya kadar uzanan ovalık ve deniz seviyesine yakın rakımdaki bölge Alçak Ülkeler olarak tanımlanır (‘Netherlanden’, ‘Low Countries’, ‘Pays-bas’). Ozan Jacques Brel bir şarkısında “benim olan düz ülke” derken, bu coğrafyada bugün Belçika sınırları içinde kalan Flamanya’dan bahsediyor. Kuzey Denizi’nin gel-gitleri, kumullar, nehirler, kanallar, yağmurun şiirselliği ve rüzgârların müziği ile anlatıyor ülkesini. Ufukta ‘yegâne tepeler’ olarak beliren Katedralleri ve “mazur görmek gereken gri ve alçak gökyüzü” ile…
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonraki bin yılda Batı Avrupa’da kent merkezleri çoğaldı. Liége, Anvers, Brugges, Gent, Namur… Bugünkü, Fransa tarafında Lille, Reims, Hollanda tarafında Rotterdam, Amsterdam, Utrecht, Leiden, Alman diyarında Achen, Köln, Düssledorf…
O zamanki siyaset ve ekonomi coğrafyasını ulusal sınırlar belirlemiyordu… Alçak Ülkeler’den Paris, Marsilya, Ceneviz, Floransa, Venedik, İstanbul, Kiev, Prag, Hamburg, Londra, Madrid, Sevilla veya Lizbon’a erişen ticaret yolları, üniversite merkezleri, Kilise’nin ağları, askeri sefer güzergâhları, derebeyleri, prensler, özerk kentler ve bağlı oldukları krallardan oluşan çok boyutlu bir coğrafya hâkimdi bir zamanlar Avrupa siyasi haritasına.
Bugünkü Belçika toprakları uzun süre Frank Krallığı’na bağlı kaldı. Roma’daki Papa III. Leo 800 yılında Charlemagne’ı Kutsal-Roma Germen İmparatoru ilan ederek Konstantinopolis’teki Doğu Roma İmparatoru’na (Bizans) karşı Batı’da denge ararken, Alçak Ülkeler Avrupa’da yeni bütünleşme sürecinin ortasında buluverdi kendini. Bu bölge Doğu’ya birçok Haçlı seferinin de önemli bir kaynağı oldu. Hatta IV. Haçlı seferi, Venedik Doçu Dandola’nın tetiklemesiyle, Kudüs yerine Konstantinopolis’e yönelerek 1204 yılında kenti talan ettikten sonra kurulan Latin devletinin başına Flamanya Kontu Boudouin getirildi. Onu takip eden akrabaları, Bizans hanedanı Paleologoslar 1261’de tahtlarını geri alana kadar Boğaz kıyılarında hüküm sürdü.
Daha sonraki yıllarda, bugünkü Belçika topraklarında Ortaçağ’dan Rönesans’a ve Katolik dünyayı bölen Reform hareketlerine uzanan dönemde bağımsız bir ülke yoktu. Kentler, limanlar, tarlalar ve halklar Frank, Hollanda, İspanyol ve Avusturya egemenliği altında kaldılar. Fransız devrimi sonrasında Napolyon tarafından Fransa’ya bağlandılar. İmparator 1815’te Brüksel yakınlarındaki Waterloo’da İngiliz, Hollanda, Prusya ve Alman prenslikleri ordularına yenildi. Viyana Kongresi kararı ile Hollanda Birleşik Krallığı dönemi başladı: Kuzeyde bugünkü, Hollanda, güneyde bugünkü Belçika. Fakat bu arada Batı Avrupa’da çok önemli bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm süreci başlamıştı; siyasal sonuçları kaçınılmazdı.
Bir Avrupa devletinin doğumu
Bu dönemi iki devrim süreci belirliyor: Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi. Birbirine bağlı birçok etken akıyor tarihin yüzyıllarından: Avrupa ticaret kentlerinde biriken sermaye; felsefede, sanatta ve bilimde yenilikçilik havası; Osmanlı İmparatorluğu’nun denetimindeki Asya yollarına alternatif ararken keşfedilen yeni denizler, yeni kıtalar, yeni doğal kaynaklar… Yükselen ticaret ve sanayi burjuvazisi, kentsoylular. Atölyeler, fabrikalar, yeni icatlar, tekstil tezgâhları, buhar makinası, demiryolları, mekanikleşen tarım, sanayide yeni istihdam alanları, kırsal alandan kentlere göç, Kilise etkisinden uzaklaşan köylüler… Aristokrasinin güç kaybı, işçi sınıfının siyasal hareketlenmesi, doktrinlerin partileşmesi, mutlakiyetten meşrutiyet veya cumhuriyetlere dönüşüm… Ulus-devlet, milli ordu, milli eğitim ve bürokrasi… Vergi mükellefleri ve eğitimli kesimlerin kendi oylarıyla seçilerek Kralı denetleyecek bir meclis talepleri, ‘bir insan, bir oy’ mücadelesi ve en nihayet ancak 20. yüzyılda kadınlara oy hakkıyla erişilecek evrensel demokrasiye uzanan köklü bir evrim…
Belçika’nın doğumu bir tarih laboratuvarı deneyidir. İlk aşamada bir ulus olma bilinci ve bağımsızlık hareketi yok. Önce Hollanda’nın 1815’te başlayan egemenlik döneminde güney bölgelerinde huzursuzluk giderek artıyor. Fransa egemenliğinde devrimin cumhuriyetçi ve liberal fikrileriyle iyice gelişmiş olan burjuvazi Hollanda Kralı Willem’i muhafazakâr buluyor. Kendisine mecliste daha fazla ağırlık verilmesini istiyor. Ekonomik güç doğal olarak siyasi güç talep ediyor. Ayrıca bazı alanlarda Kuzey ile Güney arasında dış ticaret rejimine dayalı çıkar çatışması var. Bu arada güneyde güçlü olan Katolik Kilise de Hollanda Kralı’nın Protestan kimliğinden hoşnutsuz. Biriken tepkiler 1830 yılında bir yaz gecesi Brüksel’de bir opera sonrasında sokak gösterilerine, Hollanda askerlerinin bastırma hareketleri sonucunda halk ayaklanmasına ve sonunda Belçika adı altında yeni bir devletin Londra Konferansı’nda tüm Avrupalı güçler tarafından tanınmasına yol açıyor.
Bu dönemde Avrupa’nın diğer büyük devletlerinin farklı hesapları var. Aslında hiçbiri ilk başta Napolyon sonrası Viyana Kongresi’nde kurdukları düzenin bozulmasını tercih etmemekte. Fakat Hollanda’nın güney topraklarını yönetemeyeceği anlaşılınca yeni duruma uyum sağlanıyor. İngiltere zaten Hollanda ile deniz aşırı ticaret ve sömürgecilikte rekabet içinde. Bölünmesi işine geliyor. Kaldı ki, Hollanda ipleri elinden iyice kaçırırsa, güneyin tekrar Fransa’ya dönme olasılığına karşı bağımsız, tarafsız, tampon bölge konumunda bir Belçika yaratmak Londra’nın çıkarlarına daha uygun düşüyor. Fransa ise yeni bir krallık döneminde güç toplarken, kuzey komşusunun zayıflamasından hoşnut. Bölünme sonrası eski topraklarını geri alma umudu doğuyor. Prusya ve diğer Alman devletleri düzensizlik ve istikrarsızlığı önleyecek çözüme onay veriyor. Rusya ise işgali altındaki Polonya’daki ayaklanmalarla meşgul. Belçika böyle kurulurken bir de Kral gerekiyor. İlk öneri götürülen Fransız asıllı bir prens, Londra’nın baskısıyla vazgeçiyor. İkinci aday olan Alman Leopold önce düşünüyor. Çünkü aynı dönemde bağımsızlığına kavuşan Yunanistan’dan da teklif var. Sonunda Brüksel’de tahta çıkıyor. En başından itibaren yetkileri güçlü bir meclis tarafından sınırlandırılmış bir kral olarak.
Bir dil, bir demokrasi. İki dil…
Böylece Belçika Krallığı Avrupa sahnesine çıkıyor; Fransızca konuşan bir devlet olarak. Ülkeyi yöneten siyasi, ekonomik ve kültürel elitin dili Fransızca. Geri kalan halk ise güneyde Valonca diyalektleri, merkezde Brükselce ve kuzeyde Hollandaca grubundan Flamanca diyalektleri konuşmaktalar. Sanayileşme ve kente göç 19. yüzyılda esas olarak Brüksel ve Valonya’yı etkisine alınca iki önemli sonuç doğuyor: bu bölgelerde yerel dillerin yerine Fransızca hâkim konuma geliyor ve bu arada Katolik Kilise’nin etkisi zayıflıyor. Flamanlar ise esas olarak çiftçi ve Katolik. Flaman kentleri Anvers, Brugges ve Gent’te ise elit dil Fransızca.
Yüzyıl içinde Belçika İngiltere’den sonra dünyanın en önde gelen sanayi devlerinden biri konumuna gelirken, iç siyaseti iyice çoğulculaşıyor. İlk başlarda iki siyasal parti var: Sosyal Katolikler ve Liberaller. Zamanla İşçi partisi ile sosyalist hareket gelişiyor. Bu arada 1885 Berlin Kongresi Kral II. Leopold’e Afrika’da Kongo’yu kişisel sömürge olarak veriyor (Kral borca batınca 1908’de Kongo’yu devlete devrediyor). Tüm bu yıllar boyunca aşamalı olarak yükselen bir Flaman gerçeği ile yaşıyor Belçika. Flamancanın resmi kabulü ve eğitim dili olması gibi kazanımlarıyla Belçika siyaseti giderek çok dillileşiyor (Bu arada iki defa Alman işgali atlatıyor). İki dünya savaşı sonrasında artık tam demokrasiye geçildiğinde nüfus olarak çoğunlukta ve dolayısıyla parlamento ve hükümetlere hâkim bir Flamanya var. Bu dönemde AB’nin temelleri atılır ve eski sömürgeler bağımsızlaşırken bir zamanların en güçlü sanayi beşiklerinden Valonya’da çöküş başlıyor. Kömür, demir-çelik, tekstil gibi artık küresel rekabet gücü olmayan sanayilerin dönüşümü, grevler ve iç siyaset girdabında tıkanıyor. Flamanya ise yeni yatırımlar ve teknolojilerle ileriye fırlıyor. Ekonomik güç ve nüfus ağırlığı sonucunda, her iki taraftan partilerin koalisyonu olan hükümetlerde artık başbakan hep Flaman oluyor.
Yüzyıl biterken Belçika artık ileri derecede bir federal devlet olarak varlığını devam ettirmektedir. Tüm partileri Flamanca ve Fransızca konuşan halklara göre bölünmüş, üniversitelerden, dış ticaret temsilciliklerine kadar eyaletlerin bağımsız oldukları, uzlaşma kültürünün nispeten iyi işlediği bir yapı. Her seçim sonrası hükümetlerin en az dört-beş parti arasında uzun pazarlıklarla kurulduğu ve görev yaptığı bir siyasi sistem: partitokrasi. Asıl karışıklık yaratan ise bu federal sistemin siyasi haritası. Belçika’da federal yapı iki boyutlu:
• Birincisinde Eyalet bölgeleri var: Flamanya, Valonya ve Brüksel. Brüksel fiziksel olarak Flaman bölgesinin içinde fakat bağımsız bir eyalet. Eyaletlerin yetkileri kendi sınırları içinde: Tarım, istihdam, ulaştırma, bayındırlık, iskân, …
• İkinci boyutu ‘topluluklar’ oluşturuyor: Flamanca, Fransızca ve Almanca topluluklar. Sonuncusu, Valon eyaletinin doğusunda, Almanya sınırına yakın bölgede. Flaman topluluğu, Flamanya eyaleti ve Brüksel eyaletinde yaşayan Flamanca konuşanlar üzerinde yetkili. Fransızca topluluğu ise, Valonya eyaletinde ve Brüksel eyaletinde yaşayan Fransızca konuşanlar üzerinde yetkili. Bu topluluklar insanlara odaklı yetki sahibiler: Eğitim, kültür, sosyal hizmetler, …
Hem eyaletlerin hem de toplulukların bölgesel meclis ve hükümetleri var. Ekonomisi son yıllarda kendini biraz toparlayan Valonya’nınkiler Namur kentinde. Brüksel eyaletininkiler doğal olarak Brüksel’de. Flamanya’nınkiler… Onlar da Brüksel’de. Flamanya önce topluluk başkentini Brüksel’de yerleşik ve nüfusun yüzde 10’u civarındaki Flamanca konuşanlara istinaden bu kentte kurdu. Sonra eyalet ve topluluk hükümet ve meclislerini birleştirerek Flamanya başkentini eyalet toprakları dışında kalan Brüksel’de konuşlandırdı. Son zamanlardaki hükümet krizlerinin de bir nedeni bu. Ayrıca ulusal bütçenin gelir, giderler ve borçlarını paylaşmak ve Brüksel etrafındaki ilçelerde ‘dil sınırı’nın nereden geçeceği gibi ‘yaratıcı’ sorunlar da var. Bölünmeyi isteyenler ise Flamanlar; Avrupa’da başka ülkelerde de olduğu gibi, zengin olan taraf.
Brüksel ne olacak?
AB içinde Belçika’nın bölünmesi çok vahim bir siyasal istikrasızlık senaryosu değil. Valonya ve Flamanya, 3,5 ve 6,1 milyonluk nüfuslarıyla bağımsız olmaları halinde bile Baltık ülkeleri gibi birçok AB ülkesinden defalarca büyükler. Brüksel de ABD başkenti Washington DC gibi, AB’nin özel statülü bir başkenti olabilir. Fakat Flamanya bunu istemiyor. Brüksel’i tarihsel gerekçelere işaret ederek sahipleniyor.
Ayrıca Belçika’nın on milyarlarca euro’luk bir uluslararası marka değeri var. Her ne kadar Belçika’nın iftiharı Godiva çikolatalarını Ülker zaten bir süredir sahibi olan ABD’li bir şirketten satın almış olsa veya Belçika’nın güçlü bira markalarına sahip şirketi InBew, Budweiser’ı satın alarak artık küresel bir dev olsa da, Belçika önemli bir marka. Edebiyattan bilime ve barışa sekiz Nobel ödülü, saksofonu icat eden Alphonse Sax, ressam Paul Delvaux ve René Magritte, yazar George Simenon, Art Nouveau mimarı Victor Horta, sanayi devriminin mucit ve girişimcisi Ernest Solvay, Jonny Hollyday, Adamo, Laura Fabian gibi birçok Fransızca şarkı yıldızı ve dünya resimli roman tarihinin öncüsü Hergé ve kahramanı Tintin, Şirinler, Sakar Gaston gibi dünyaca ünlü Belçikalıları Valon ve Flaman diye ayıklamak zor.
Belçika’yı bölmek de zor, bir arada tutmak da. Anlamak da zor, anlatmaya çalışmak da. Fakat Belçika’yı anlayan, Avrupa’yı anlar. Türkiye’nin neden Avrupa Birliği sürecinde karşısında çok sesli, çok aktörlü, karmaşık iç gündemli ve sürekli değişim içinde bir siyasal yapı ile muhatap olduğu gerçeğini daha iyi kavraması gerektiği ortaya çıkar. Sorunlar anlaşılır, fırsatlar kaçırılmaz. Tintin’in sık sık dediği gibi: “tereddüte yer yok.”