BRÜKSEL – Londra, Paris, Berlin, Atina, Lahey, Prag…
Avrupa’da Türkiye’yi destekleyen çevrelerle konuşuyoruz. Kaygılılar. Küresel ekonomik kriz sonucunda önemi pekişen AB yolundan hızla geçemediği için Ankara karşısında kaygılılar. Aynı şekilde Türkiye’nin yoluna engeller çıkartan G. Kıbrıslı, Fransız ve Alman siyasetçilere kaygı ile bakmaktalar. Türkiye dosyasının olası başarısızlığının Avrupa’nın geleceğine olumsuz etkilerinden kaygı duymaktalar.
Washington DC, Pekin, Moskova, Kahire, Tokyo, Bakû, …
Dünyada Türkiye’nin AB yolculuğunu dikkatle izleyenlerle konuşuyoruz. Şaşkınlar. Her iki tarafın da sürecin tarihsel önemi, jeo-stratejik boyutu ve ekonomik fırsatlarını iyi değerlendiremeyen bir icraat içinde olmasına şaşıyorlar.
İstanbul, Ankara, Gaziantep, Trabzon, Diyarbakır, Adana, Bursa, İzmir, …
AB’yi Türkiye’nin dört bir yanında konuşuyoruz. Türkiye’nin gençleri, çalışanları, girişimcileri, emeklileri bıkkınlar. Avrupa denince ilk anda tepkisellik ön plana çıkıyor. Bir “yeter artık kırk yıllık bekleyiş” tepkisi.
Türk kamuoyunda Avrupa tartışmasında hedef önce Brüksel. Bir zamanların abartılı ‘mucize AB’ kavramı yerine, yine abartılı bir ‘musibet AB’ algısı baskın çıkmakta.
Konuşma biraz ilerleyince oklar Ankara’ya dönüyor. “Bu ülke adam olmaz” ve “ben de onların yerinde olsam almam” önyargılarıyla karamsarlık serpiliyor. Yine de Tük halkının çoğunluğu AB üyeliğini desteklemekte. Fakat sürece, AB’ye ve Ankara’ya olan güvensizlik de çoğunlukta. Son derece anlaşılabilir bir çelişki. Hatta doğal. Bu çelişkinin açıklaması ile Türkiye’nin bazı AB ülkeleriyle yaşamakta olduğu ‘ayrıcalıklı ortaklık’ sorununun yanıtları birbiriyle kesişiyor.

Önce bir anı
Brüksel’de bir 14 Nisan sabahı. Yıl 1987. Egmont Sarayı’nda sabah 9.45 civarı. Avrupa işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer, Başbakan Turgut Özal imzalı bir mektubu takdim ediyor. Muhatabı Leo Tindemans. Belçika Dışişleri Bakanı ve AB Dönem Başkanı. Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu’na üyelik için resmen başvuruyor. Basın önce flaşlara basıyor, sonra da haberi geçmek için telefon tuşlarına. Yeni araştırmalar, projeler ve atılımlar için yepyeni bir dönem başlıyor. Soğuk Savaş yılları. Demir perdenin öteki tarafındaki Polonya ve Macaristan’da siyasal dönüşüm işaretleri var.
Aslında Türkiye’nin bu girişimi aceleyle gerçekleşti. İçeriden ve dışarıdan başvuru süreci hazırlıkları darbe almıştı: idam talepli Disk ve Barış Derneği davaları ve Ege’de petrol arama krizi. Bu arada başvuruyu mayıstaki AT Bakanlar Konseyi’ne yetiştirmek gerekiyordu. Belçika’dan sonra AB dönem başkanlığını Danimarka devralacaktı. İnsan hakları sorunları nedeniyle Kopenhag Ankara’ya soğuk bakıyordu. İşlemleri başlatmak üzere Konsey’in başvuruyu AB Komisyonu’na iletmesi belirleyici önemdeydi. Konsey bu yönde hareket etti. Aynı dönemde Fas’ın üyelik başvurusu ise işleme alınmadı. “Hukuksal açıdan ancak Avrupalı ülkelerin başvurusu dikkate alınabilir” dendi.

Sonra biraz hukuk
Avrupa Birliği Antlaşması, giriş bölümü:
Madde 6: “Birlik üye devletlerin ortak özellikleri olan özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere
saygı ve hukuk düzeni ilkeleri üzerine kurulmuştur (…) Birlik üye devletlerin ulusal kimliklerine saygılı olacaktır.”
Madde 49: “Herhangi, bir Avrupalı devlet, 6. maddede açıklanan ilkelere saygı duydukları takdirde, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunabilir”.

Birkaç anı daha
Brüksel. Mekân yine Egmont Sarayı. Zaman, onikibuçuk yıl sonrası. 22 Kasım 1999. İdil Biret’in piyano resitali. Dinleyiciler Avrupa diplomatik, medya ve özel sektör temsilcileri. Onur konuğumuz ise AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi. AB Konseyi 17 Aralık’ta Helsinki’de toplanacak. Gündemde Türkiye’nin adaylık sürecinin resmen başlaması var. Bu hedefe odaklı bir dönemin sonuna gelinmekte: demokrasi tartışmaları, raporları ve reformları, AB başkentlerine sayısız resmi ziyaret, özel sektör heyetleri, ekonomik, akademik, kültürel ve medyatik etkinlikler… Kayıp yıllardan sonra yeni bir dönem daha başlıyor. Artık Türkiye hızla ilerleyebilir. İdil Biret Chopin çalıyor. Polonya AB üyeliğine hazırlanıyor.

Lizbon, Ekim 2002. Başbakanlık
Sarayı. Daha sonra AB Komisyonu başkanı olacak olan Josê Manuel Barroso: “Avrupa aslında Avrasya’nın bir yarım adasıdır. AB’nin bugün çok daha büyük bir alana yayılması gerekiyor. Ayrıca Müslüman dünya içinde mutlaka demokrasi ve piyasa ekonomisi temelli bir başarı modeline gereksinim var. Türkiye’nin AB üyeliği artık geri dönüşü olmayan bir hedeftir.” Küçük ülkenin başbakanı büyük düşünüyor.
Brüksel, Eylül 2006. Avrupa Dostları Kulübü toplantısı. Konuk, büyük ülke Fransa’nın Cumhurbaşkanı adayı Nicholas Sarkozy. İç siyasette kendisine oy kazandırdığını düşündüğü “Türkiye için ayrıcalıklı ortaklık” önerisini ortaya atıyor. AB hukuku açısından geçersiz bir “gel AB’nin uydusu ol” önerisi. Sonrasında aramızda kısa bir konuşma fırsatı doğuyor:
– “Türk insanlarını daha iyi tanımalısınız.
Türkiye derin köklerle ve ekonomik gelişmeleriyle Avrupa’dadır.”
– Sarkozy: “Ben Türkiye’nin dostuyum. Önerilerim sizin de yararınıza. Haklısınız sizi daha iyi tanımalıyım. Fakat siz de Avrupalılığınızı daha iyi anlatmalı ve göstermelisiniz.”
– “Müzakere süreci, mevcut sorunların çözülmesine yönelik. Sonunda Türkiye hazır olduğunda bu yalnızca Türkiye değil, Avrupa ve Dünya için de önmeli bir kazanç olacak. “
– Sarkozy: “Fakat bizim için öncelik AB’nin siyasal ve kurumsal yapısının güçlenmesidir.”
– “Bizim için de durum aynı. Biz ancak küresel düzende güçlü olacak bir AB’nin üyesi olmak istiyoruz. Türkiye’ye üyelik yolunu De Gaule, Adenauer, Schuman gibi AB’nin kurucu babalarının açtığını unutmuyoruz. Umarız yeni kuşak Avrupa siyasetçileri de aynı bilgelik ve vizyon içinde olurlar”.

Biraz daha hukuk
Uluslararası hukukta yaptırım istisna. Bir anlaşmanın hukuksal etki doğurması tarafların taahhütlerine saygı göstermeleri ile olası. Bu nedenle, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin ‘Pacta sunt servanda’ (ahde vefa) başlıklı 26. maddesi çok açık: “Yürürlükteki her antlaşma tarafları bağlar ve iyi niyetle uygulanmak zorundadır”. ‘İyi niyet’ diğer önemli bir ilke. Tarafların bir anlaşmayı amacından saptırmadan uygulamaları gerekir.
Bunların karşısında başka bir ilke var: ‘rebus sic stantibus’. Anlaşma yapıldıktan sonra taraflar arasında başta var olan denge, sonradan biri aleyhine ileri derecede bozulabilir. Örneğin savaş, ülkeyi sarsan ekonomik krizler, aşırı yüksek enflasyon, ani devalüasyon… Bu durumda ‘sözleşmeye bağlılık’ ile ‘sözleşme adaleti’ ilkeleri arasında bir çelişki oluşur.
Türkiye-AB ilişkilerinde buna benzer bir durum olmasa gerek ki, tam üyelik hedefi defalarca teyit edildi. Bu sürecin yol haritası olan Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesi’nin yenilenmiş hali son olarak AB Bakanlar Konseyi Kararı olarak 26 Şubat 2008 tarih ve L 51 sayılı Avrupa Birliği Resmi Gazetesi’nde yayımlandı. Yirmiyedi AB ülkesinin onayı ve imzasıyla. Fransa ve Almanya dâhil. “Pacta sunt servanda”.

Biraz ekonomi
23 Ekim 2008,
www.euractiv.com.tr: “Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu BusınessEurope’un bugün Brüksel’deki merkezinde toplanan İcra Kurulu, krizden çıkış stratejisi için önceliklerini kararlaştırdı. Yeni bir küresel mali düzen, Avrupa iç pazarının daha esnek ve girişimciliğe açık olması, yeni teknolojilere yatırım gibi alanlarda somut politika önerileri arasında AB’nin genişlemeye Türkiye’yi de içine alacak şekilde devam etmesi de var. Aynı toplantıda G-20 girişimine Avrupa iş dünyasından destek kararı çıkarken, bu grupta Türkiye’nin yer almasının Avrupa açısından önemi vurgulandı. Türkiye’den TÜSİAD ve TİSK’in üyesi oldukları BusınessEurope, tüm Avrupa iş dünyasının temsil kuruluşu olarak AB tarafından resmen tanınıyor ve karar alma sürecinde çok etkili bir rol oynuyor”.

Ve siyaset
AB ülkelerinin karşılaştıkları sorunlar sınırlar ötesi. Çözümleri de öyle. Uluslararası ticaret, teknolojik altyapı, salgın hastalıklar ve güvenlik gibi farklı alanlarda Avrupa ülkeleri Birlik içinde daha fazla küresel güç sahibiler. AB üyeliği sayesinde ne İngiltere, Fransa, İspanya gibi büyük ülkeler, ne de Yunanistan, Macaristan, Finlandiya gibi küçük ülkeler egemenlik kaybetti.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu uluslararası dengelerde AB en etkili ekonomik ve siyasal güç odağı. Türkiye dışında kalacağı bir AB’nin uydusu konumuna gelebilir. Asıl o zaman ulusal egemenlik erir. Çünkü coğrafyamızdaki ülkeler AB’nin politikaları ve standartlarına uyum alanı içindeler. İran’a sattığımız ürünler, Kore’den çekmeye çalıştığımız yatırımlar, limanlarımız için yaptığımız planlar, temiz enerji teknolojileri, iletişim altyapımız, turizm gibi çok sayıda alanda
AB standartları etkili. AB politikalarının manyetik alanı içindeyiz. Üye olarak bu politikaların karar sürecine katılmalıyız.
Aksi takdirde her şeyden önce bir demokratik meşruiyet sorunu oluşur.
Hal böyleyken, Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” önermek AB değerleri ve
hukuku ile çelişiyor. Gerek Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, gerekse anamuhalafet olarak CHP Başkanı Baykal’ın son açıklamaları yönde. Ankara’dan Paris ve Berlin’e mesaj açık: Türkiye partiler üstü bir anlayışla bu öneriyi reddediyor.
Buna rağmen, Avrupa’da bazı çevreler Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden kopacağını kendi kendine öngörüyorlar. Umutları “demokratik eksiklikler, toplumsal duygusallık, siyasal özgüvensizlik, hantal devlet mekanizması ve analiz hataları”. Amaçları Türkiye’yi siyasal karar sistemine ortak almadan, özel bir statü ile AB’nin etki alanı içinde tutmak. Bunu da mümkünse ‘Türkiye dostu’ edası ve “Türkiye büyük ülkedir” söylemiyle süslemek. Ya da Türk kamuoyunu kışkırtmak, karamsarlaştırmak.
Bu tuzağa dikkat!
Kaygı, şaşkınlık ve bıkkınlıklardan arınmış akılcı bir AB politikasının temel direkleri belli: çağdaş bir toplumsal kalkınma seferberliği, küresel ekonomik rekabet gücü odaklı somut politikalar ve Türk insanının refahı merkezli bir dış politika anlayışı.