Devleti hiçbir zaman, hiçbir yerde gören olmamış. Ama devlet her zaman var. Devlet fizik bir mekâna, yapılara indirgenemez. Devlet hukuk kurallarının hayatının maddi pratiğinde uygulayıcısı olan idari teşkilata ve dolayısıyla insan unsuruna da indirgenemez. Devlet, gerçekte yazılı hukuk kurallarının kendisidir. Hiç kimsenin hiçbir yerde görmediği devlet, hayata ilişkin sonsuz sayıda ilişki biçimini ele alır ve yazılı kurallara bağlar. Bu anlamda devlet, hayatın adeta hukuk aynasındaki aksinden ibarettir.
Devlet yazılı hukuk kurallarının bütünüdür. Ancak bu hukuk kuralları rast gele bir araya getirilmiş kurallar da değildir. Hukuk kuralları gerçekte hiyerarşik olarak üst üste konulmuştur ve bu anlamda devletin hukuksal görüntüsü bir piramidi andırır. Eski dünyanın üç farklı coğrafyası Aztek, Mısır ve Çin’de feodal dönemlere son veren monarklar piramitler inşa etmişlerdi. Çünkü piramit hiyerarşiyi, düzeni ve tekliği sembolize eder. Devletin hukuksal piramidinin önemli bir bölümünü “yasa” adı verilen genel, nesnel, soyut hukuk kuralları oluşturur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de bu hukuk kurallarını üreten yasama meclisi yani TBMM’dir. Ancak bu genel, nesnel ve soyut hukuk kurallarının uygulanabilmesi için sayıları milyonları bulan devlet memurlarından oluşan idari teşkilatın tepesinde bulunan Bakanlar Kurulunun “tüzükler” çıkarması gerekir. Tüzüğün üretilmesinden sonra asıl uygulayıcı konumunda olan başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri, kendi görev alanları ile ilgili yasa ve tüzüğün uygulanması amacıyla “yönetmelikler” çıkarır. Hiç kuşkusuz yönetmelikler tüzüklere, tüzükler ise yasalara aykırı olamazlar. Hayatın maddi gerçeğinde devlet memurları, vatandaşla ilişkiye geçtikleri her noktada “idari işlemler” üretirler. Ve hiç kuşkusuz bu idari işlemler yönetmelik, tüzük ve yasalara aykırı olamaz. İşte bu noktada devlet, binlerce yasa, binlerce tüzük, on binlerce yönetmelik ve bunlara dayalı olarak her gün tekrarlanan sonsuz sayıda idari işlemden oluşan karmaşık bir bütündür. Bu bütünün tepesinde ise “Anayasa” yer alır.
Anayasa, hukuk kuralları hiyerarşisinin tepesinde yer alan üstün yazılı hukuk kuralıdır. O hukuksal düzende hiçbir hukuk kuralı anayasaya aykırı olamaz. Buradan da anlaşılacağı üzere bir anayasa, devlete ve dolayısıyla hukuksal düzene, giderek hayatın kendisine rengini, kokusunu veren temel bir hukuksal metindir.
Anayasaların belli başlı üç temel fonksiyonu vardır: İlk olarak anayasalar, çoğu kez genel esaslar bölümünde devlet iktidarının kim ya da ne olduğunu söylerler. İkinci olarak anayasalar, bireylerin sahip olduğu temel hak ve hürriyetlere yazılı-normatif bir dayanak sağlamakla bireylerin hak ve hürriyetlerini devlet iktidarına karşı güvence altına alırlar. Üçüncü olarak ise anayasalar, devlet iktidarının (yasama-TBMM, yürütme-Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu, yargı-bağımsız mahkemeler) nasıl örgütleneceğini ve nasıl kullanılacağını belirlerler. Bu noktada anayasanın ne derece yaşamsal öneme sahip bir metin olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ancak bir anayasanın en az içeriği yani hükümleri kadar o anayasanın hangi aktörler tarafından ve nasıl bir süreç içerisinde yazıldığını bilmek gerekir. Şu halde anayasaların yapım tekniği ve kurucu aktörlerinin bilinmesi en az içeriği kadar anlam taşımaktadır. Türkiye bugünlerde “yeni bir anayasa” tartışmasına odaklanmış görünüyor. Kuşkusuz yeni anayasanın yapım süreci ve yazım tekniğinde izlenecek yol haritası en az anayasanın maddi hükümleri kadar önem taşımaktadır.
Her ikisi de darbelerden sonra kaleme alınan 1961 ve 82 Anayasalarının karşılaştırılması bu temayı bütün çıplaklığıyla göz önüne serecek niteliktedir. 1961 Anayasası 1960 ihtilali sonrası oluşturulan bir “Kurucu Meclis” tarafından yazılmıştır. Kurucu Meclisin birinci bileşeni darbeyi gerçekleştiren askerlerin oluşturduğu “Milli Birlik Komitesi” idi; ikinci bileşeni ise nispeten temsili bir niteliğe sahip olan “Temsilciler Meclisi” idi. Temsilciler Meclisi, kapatılan Demokrat Parti dışında siyasi partilerden, çeşitli dernek ve sivil toplum örgütlenmelerinden temsilcilerin yer aldığı nispeten demokratik bir yapılanmaydı. Anayasanın yapım sürecinde Milli Birlik Komitesi ile Temsilciler Meclisi arasında hiyerarşik değil ama eşitlik temelinde bir ilişki vardı. Bu süreçte yapılan 1961 Anayasası referandumda halk tarafından kabul edilerek yürürlüğe girdi. Ve yapım sürecindeki demokratik niteliğinin de etkisiyle son derece özgürlükçü ve modern bir anayasa olarak dünya anayasal tarihinde kendisinde yer buldu.
1982 Anayasasının yapım süreci ise oldukça farklıdır. Anayasayı yazan kurucu meclisin birinci kanadı olan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), darbeyi gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşmaktadır. Kurucu Meclisin ikinci bileşeni olan “Danışma Meclisi”nin ise 160 üyesi vardır. Bu üyelerden 120’si il valilerinin önerdikleri isimler arasından MGK tarafından seçilmiştir; geriye kalan 40 üye ise yine doğrudan doğruya MGK tarafından belirlenmiştir. Şu halde kurucu meclisin sivil kanadı olan Danışma Meclisi’nde gerçekte sivil üyeler yer almamaktadır. Zira Danışma Meclisi üyesi olabilmenin bir koşulu da 11 Eylül 1980 tarihi itibariyle hiçbir siyasi partiye üye olmamış olmaktır. 1982 Anayasası tamamen sivil toplumdan kopuk ve partisizleştirilmiş bir mekânda yazılmıştır. Dahası MGK ile Danışma Meclisi arasında MGK’nın üstün olduğu hiyerarşik bir ilişki mevcuttur. Yine bu anayasanın referanduma sunulması öncesinde hiçbir müzakere ve politik tartışma ortamı açılmamıştır. Anti demokratik bir süreçte yazılan bu anayasanın anti demokratik hükümler içermesinden daha doğal bir durum söz konusu olamaz. Belki de bu nedenle 1982 Anayasası yürürlüğe girişinden bu yana defalarca değişikliğe uğramış ve maddelerinin çoğu kısmi ya da kapsamlı revizyonlara tabi tutulmuştur.
Şimdi gelinen noktada “yeni bir anayasa” tartışmasında içerikten önce üzerinde durulması gereken konu, bu yeni anayasanın yapım süreci ve yazım tekniğidir. Sayın Başbakanın talebi üzerine Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN başkanlığındaki bir komisyon tarafından kaleme alınan yeni anayasa taslağı anayasa tartışmalarını alevlendirmiştir. Ancak bu noktada, devam eden sürecin sağlıklı bir süreç olduğunu söylemek zordur. Her şeyden önce siyasi iradenin şu iki yoldan birisini seçmesi gerekir: “kapsamlı bir anayasa değişikliği” ya da “yeni bir anayasa”. Bugün Anayasanın ilk üç maddesine ilişmemek kaydıyla bütün anayasa maddelerinin yine aynı anayasanın öngördüğü süreç içerisinde değiştirilmesi mümkündür. Burada şüphesiz TBMM üye tam sayısının 2/3 nün kabulü ve Cumhurbaşkanının onayı gerekmektedir. İkinci yol ise “tamamen yeni bir anayasa” yazmak olabilir ki bunun için yeni bir kurucu meclisin toplanması şarttır. Zira olağan bir yasama meclisi yani TBMM, anayasayı belirli kayıtlar altında değiştirebilir. Fakat yeni bir anayasa yazamaz. Tam da bu noktada siyasi iradenin açık bir tercih yapması gerekmektedir. Bu tercih yapılmadıkça Türkiye gereksiz politik tartışmalarla zaman kaybedecektir. Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN’un hazırladığı tasarı sonrası alternatif tasarılar havada uçuşmaktadır. Siyasi parti grupları, barolar, üniversiteler ve çeşitli sivil toplum örgütlenmeleri birbirinden bağımsız olarak farklı tasarılar üzerinde çalışmaktadır. Bu süreç sağlıklı değildir. Zira farklı tasarıların ve farklı bakış açılarının yan yana konulması uzlaşmayı doğurmaz. Olsa olsa çatışmayı arttırır.
Bu noktada yapılması gereken farklı bakış açılarını yan yana koymak yerine bu bakış açılarını tek bir platform ve tek bir taslak üzerinde bir araya getirerek uzlaşı ortamını inşa etmektir. Yeni bir anayasa yapılacaksa yeni bir kurucu meclis oluşturulmalıdır. Siyasi partiler ve sivil toplum örgütlenmelerinden temsilcilerin yer alacağı bu kurucu meclis, binlerce üyesi olması gereken daha geniş bir platformun tepesinde yer almalı ve tek tek maddeler üzerinde on binlerce görüş ve katkı değerlendirildikten sonra uzlaşmaya varılmalıdır. AKP siyasi parti grubunun ortaya koyacağı yeni anayasa taslağı tepkisel olarak karşısında farklı taslaklar bulacaktır. Tamamlanmış ve kendi içinde sistematiğe sahip bu taslaklar arasında uzlaşı sağlanması imkânsız olacağı gibi, AKP grubunun hazırlayacağı taslağın meşruiyetini de zedeleyecektir. Oysa farklı kesimlerden binlerce tarafın tek tek maddeler üzerinde sunacağı katkılarla şekillenecek ve en az birkaç yıllık bir süreçte yazılacak bir anayasa, hem tartışmasız bir meşruiyete sahip olacak ve hem de sivil toplum açısından bir tür “eğitim” sürecini başlatacaktır. Böylesi bir süreçte yapılacak siyasi tartışmalar anlam kazanacak ve eğer referanduma gidilecekse bu referandumun kabulünü de kolaylaştıracaktır. Yine böylesi bir uzlaşma ortamı, Türkiye’ de var olan sosyal, etnik, dinsel, dilsel, mezhepsel farklılaşmışlıkların da birbirlerini tanıma ve anlamalarını sağlayacaktır. Bu yöntem, sadece demokratik bir anayasanın değil aynı zamanda toplumsal barışın ve bütünlüğün de koruyucusu olacaktır.