Brüksel- “Bu duvar halkımızı kapitalizmin oyunlarına karşı korumak için var. Ajanların, kaçak malların, yabancı paranın girmesini engelliyoruz. Komünizmin kesin zaferine kadar da gerektiği sürece bu duvar var olacak. Ekonomimiz dünyada ilk ona girdi, toplumumuz mutlu, devletimiz güçlü”

Tam bir yıl önceydi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bir yıl önce. Yıl 1988, Kasım ortası. Yer Doğu Berlin. Brüksel Üniversitesi’nin bir akademik gezisi. Ev sahibimiz Demokratik Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Kasvetli bir binada, kibar bir diplomat grubu ile tartışıyoruz. Kenti ikiye bölen duvarın işlevi “içeriden dışarıya geçişleri engellemek değil” diyorlar. Duvarın “dış mihraklara karşı bir meşru müdafa önlemi” olduğunu savunuyorlar.

Duvarın önü ve arkası
İçimizdeki en Marksist bakış açıları bile tatmin olmuyor. Moskova’daki Sovyet rejiminin Doğu Avrupa’da demokratik her kıpırdamaya şiddetle karşılık verdiği biliniyor. Savaş sonrası Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçanların sayısı 3 milyonu aşınca 1961 yılında bir Ağustos gecesi dikilen duvar, her eklenen tuğlada arkada kalanların umutsuzluk görüntüleri, duvar dibinde vurulanların fotoğrafları, geçmeyi başaranların tünelleri…  Herkes tünelin hapishanenin ne tarafına doğru kazıldığını biliyor.
Ayrıca o gün hepimiz son yetmişiki saatte ne gördüğümüzü biliyoruz. Doğu Almanya topraklarından etrafı tel örgülerle çevrili durulması yasak bir otoyoldan önce Batı Berlin’e ulaşmıştık. O zamanlar Doğu Almanya içinde bir ada gibi kalan küçük toprak parçasındaki bir kentti burası. Caddeleri, insanları, renkleri ve Türk mahallesiyle olağan bir Batı Alman kenti. Ortasında ve çevresinde ise uzun bir duvar. Batı’nın evleri ve sokakları cephesi renkli resimlerle kaplı duvara dayanıyordu. Duvarın arkası ise boşluk, sonra bir duvar daha, tel örgüler ve Doğu Berlin’in ıssızlığı. Friedrichstrasse de böyle uzanıyordu Batı’dan Doğu’ya.

Checkpoint Charlie sınır kapısından Doğu’ya geçerken bugün turistik anıt olan ünlü levha: “Dikkat, ABD bölgesini terk ediyorsunuz!”. Sonra boş, pencereleri tuğla örülü bir bulanık bir cadde. Metruk bir metro istasyonu. Aşağıdaki geçen hat artık Batı’ya devam etmiyor. Bir kapı aralığında bizi bulan mihmandar ile bir süre sonra modern bina blokları, anonim meydanlar, bej-gri insanlar ve haki güvenlik güçleri dolu bir kentten ilk izlenimler. Daha önce gördüğüm Doğu bloğu ve Sovyet kentleriyle aynı estetikteki anıtlar, devlet simgeleri ve sokakta kendini hissettiren siyasal düzen. Her fırsatta açık bir görüş alışverişi aradığımız öğrenciler, akademisyenler, tezgâhtarlar, yaşlılar, gençler ve diğerlerinin kaygılı gözleri. Sözlerle uyumsuz vücut dilleri. Birçok farklı ülkeden katılımcının olduğu bir akademik gezi grubunda, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye deneyimi sahibi olarak, sanırım biraz daha iyi anlayabiliyordum Doğu Berlinlileri.

Ne kadar farklı bir dünyaydık o zaman. II. Dünya Savaşı’nın son bulmasına atıfta bulunan “40 yıl önceydi” başlıklı sergiler, konferanslar, yayınlar ve belgeseller yeni geride kalmıştı. Gündemde “20 yıl geçti bile” sloganı altında Batı Avrupa’da 1968 olayları ve toplumsal dönüşümünün anılması vardı. Ortama soğuk savaş düzeni egemendi. Soğuk savaşın içinde doğmuş, dünyayı öyle anlamış, eğitimimizi o düzenin kodları, analiz şablonları ve siyasal refleksleri ile sürdürmekteydik. Küresel düzen Batı, Doğu ve Bağlantısızlar arasında üçe bölünmüştü fakat asıl eksen Batı ve Doğu arasındaydı. Uluslararası ilişkiler, ekonomi ve insan coğrafyası buna göre şekillenmekteydi. Bu iki kutuplu dünyanın ortasıydı Berlin.
Duvar yıkılmadan bir yıl önceki ziyaretimizde hiç değişmeyecek gibi gözüken bir düzene tanık olduk. Sonraki bir yıl içinde ise tarih aniden hızlandı:

1989: ‘Annus miraculis’ (*)
15 Ocak: Prag. Çekoslovakya. 1968 Sovyet şgalinin yıldönümünde sokak gösterileri. Özgürlükçü hareketin liderlerinden Vaclav Havel tutuklanıyor.
19 Ocak: Doğu Almanya lideri Erich Honecker: “Elli veya yüzyıl sonra, duvar hep yerinde olacak”
22 Ocak: Polonya lideri General Jaruzelski, rejime karşı on yıldır mücadele veren yasadışı muhalefet hareketi “Solidarnosc” (Dayanışma) sendikası lideri Lech Walesa ile demokratik reformlar için anlaşıyor.
16 Şubat: Sovyetler Birliği içinde Lituanya bağımsızlık ilanı hakkı talep ediyor.
8 Mart: Macaristan’da parlamento Komünist düzen anayasasını değiştiriyor.
2 Mayıs: Macaristan Avusturya ile sınırındaki tel örgüleri söküyor. “Demir Perde”de ilk açılım. ABD Başkanı George Bush: “sıra Berlin’de”.
5 Haziran: Belirleyici dönüm noktası. Polonya’da serbest seçimler. Solidarnosc’un Komünist Parti’ye karşı ezici zaferi. Dünya’da ise ana gündem maddesi Pekin’de şiddetle bastırılan Tianenmen öğrenci gösterileri.
16 Haziran: Macaristan. Budapeşte. Sovyetler’e karşı 1956 başkaldırısının lideri Imre Nagy’nin yenilenen cenaze töreni.
14 Temmuz: Paris. G7 zirvesi kararı. AT Komisyonu eşgüdümünde Macaristan ve Polonya’da demokratik dönüşüme ekonomik destek.
7 Temmuz: Romanya. Bükreş. Varşova Paktı zirvesi. Gorbaçov “yoldan çıkan” pakt ülkelerine askeri müdahaleyi meşru gören Brejnev Doktrini’ni geçersiz ilan ediyor.
27 Temmuz: Moskova. Sovyetler Birliği Baltık devletleri Estonya ve Lituanya’ya özerklik tanıyor.
11 Eylül: Yaz boyu Macaristan’a yığılan 60 bin Doğu Alman turiste Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya iltica yolu açılıyor.
27 Eylül: Yugoslavya. Belgrad’ın uyarılarına rağmen Slovenya federasyondan ayrılma girişimini başlatıyor.
1 Ekim: Prag’a yığılmış olan 8 bin Doğu Alman turist özel trenlerle Doğu Almanya üzerinden Batı’ya iltica ediyor.
7 Ekim: Doğu Berlin. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin 40. yıldönümü kutlamaları. Askeri geçit törenini komünist lider Honecker konukları SSCB lideri Gorbaçov ve diğer Doğu Bloğu başkanlarıyla birlikte izliyor. Gorbaçov “Çok geç kalanlar hayat tarafından cezalandırılırlar” açıklamasını yapıyor. Bu arada törenleri izleyen Doğu Almanlar bağırıyor: “Gorbi, bize yarım et!”. Polonya lideri Jaruzelski Gorbaçov’un kulağına eğiliyor: “Sona geldik”. “Evet” diyor Gorbaçov.
9 Ekim: Leipzig. Doğu Almanya. Sokak gösterileri: “biz halkız”.
18 Ekim: Doğu Berlin. Erich Honecker onsekiz yıldır yürüttüğü Komünist Parti genel sekreterliğinden istifa ediyor.
4 Kasım: Doğu Berlin. Bir milyon kişi rejime karşı yürüyor.
9 Kasım: Komünist Parti Politbürosu pasaport alabilen yurttaşların serbestçe seyahatlerine dair bir karar alıyor.
Saat 18.53: Basın toplantısında bu kararın hemen yürürlüğe girip girmeyeceğini soruluyor. Parti sözcüsü tereddütle “ sanırım hemen” diye geveliyor.
Saat 20.00: Doğu Alman televizyonu ülkenin sınırlarının ertesi gün açılacağını duyuruyor.
Saat 23.00: İnsan kalabalıkları Batı Berlin’e açılan sınır kapılarına dayanıyor. Çoğunun pasaportu yok.
Saat 24.00: Sınır kapıları açılıyor. Doğu Berlinliler kitleler halinde Batı’ya akıyor. Görevliler kimlik denetimini bir süre sonra bırakıyor. Duvarın öteki tarafında da saatlerdir süren gösteriler bayrama dönüşüyor. Tarih bir an için duruyor, soluklanıyor.
Sonra Almanya birleşti. Doğu ve Avrupa ülkeleri ve Baltık devletleri özgürlüklerine kavuştu. Walesa ve Havel gibi bir zamanların “vatan hainleri” devlet başkanı oldu. Tüm bu ülkeler AB ve NATO üyesi oldular. Sovyetler Birliği dağıldı, Ukrayna’dan Orta Asya’ya bir dizi bağımsız devlet Dünya siyasal atlasına yeni renkler kattı. Yugoslavya dağıldı. Slovenya hızla AB üyesi olurken diğerleri uzun süre savaşa battı. Bugün ise AB üyeliği yolundalar.

Berlin: Dünya kenti
9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan 1989 gecesinden sonra Batı’yı keşfeden Doğulular arasında genç bir fizikçi olan Angela Merkel de vardı. Bugün Almanya eski yaralarını büyük ölçüde sarmış bir dünya ekonomik gücü. Berlin ise bu muazzam tarihsel değişimin simgesi olmaya devam ediyor. Bir zamanlar Bismarck’ın bir kıta imparatorluğu başkenti olarak seçtiği, çağdaş tiyatronun kurucularından Brecht’ten, Berlin Filarmoni’nin efsanevi şefi Karajan’a Avrupa kültür yaşamının önemli isimlerine mekân olmuş bir kent. Checkpoint Charlie artık Berlin’in en şık ve tarihi semtine geçiş noktası. Müzeler, mağazalar, kitapçılar, sanat galerileri, parklar, lüks oteller, lokantalar ve kafeleri ile Berlin küçük bir ölçekte de olsa neredeyse New York, Paris veya Londra ile yarışıyor.

Kentin ortasında Avrupa’nın en tarihi meydanlarından biri olup da, en eski binasının yirmi yıllık bile olmadığı Potsdamer Meydanı var. Burası 1920’li yıllarda trafik lambalarının dünyada ilk defa kullanıldığı yoğun bir kent merkeziymiş. Berlin 1945’de Hitler’in başkenti olmanın diyetini öderken, Potsdamer Platz ve çevresi bombalarla dümdüz olmuş. Bugün ise, modern mimarinin cesur örneklerinin sergilendiği, cam avlulu ve ışığın hâkim olduğu binalardan ve alışveriş merkezlerinden oluşan bir semt.
Potsdamer Meydanı’nın hemen yakınında, taş blokların labirent düzeninde yayıldığı “Soykırım Anıtı” geniş bir alana yayılıyor. Daha ötede tarihi cephesi içinden muazzam bir cam kubbe ile yükselen yeni meclis binası. Hıristiyan Demokratların Konrad Adenauer Vakfı’ndan, Willy Brandt heykelinin insanları selamladığı Sosyal Demokrat Parti (SPD) genel merkezine, Bergama’nın peşinde olduğu Pergamon müzesinden, AB Komisyonu bilgi bürosuna, mimari yaratıcılıkta çoğu kente uyum sağlamaya çalışan büyükelçiliklere ve bir zamanlar Mustafa Kemal Paşa’nın veliaht Vahdettin ile konakladığı Adlon Oteli’ne birçok geçmiş ile geleceğin birbirine karıştığı mekân aynı çevrede konuşlanmakta.

Değişmeyen değişim
Başka bir soğuk savaş günleri anısı Moskova’da 1985 yılının bir kış gecesinden esiyor. Kızıl Meydan yakınlarında bir nükleer fizikçi ve eşiyle sohbet. “Sovyetler Birliği sanıldığından çok daha güçlüdür. Yoldaş Sakorov muhalefet yapmakla doğru yapmıyor. Yeni lider Gorbaçov da bu sistemin bir eseridir ve Batı’da sanıldığının aksine düzeni değiştirmek için değil, güçlendirmek için çalışıyor” diyorlar. Ayrılırken bir de önerileri oluyor. “Bu akşam şu ilerideki sokaktaki Özbek lokantasını gidin. Doğuda yaşayan sadık bir Sovyet halkıdırlar ve yemekleri pek lezizdir”.

Soğuk savaşın bitmesi ile Batı demokrasisi ve piyasa ekonomisi göreceli bir zafer kazandı. Fakat tarih durmadı. Yeni sorunlar ve daha iyisini arayışlar devam ediyor. Değişim durmuyor, değişim değişmiyor. Buna rağmen bazıları için değişmeyen bir görüş açısı var: “böyle gelmiş böyle gider”. Hala buna inananları Pink Floyd bir şarkısında tanımlıyor: “Olsa olsa duvardaki tuğlalardan birisiniz”.
(*) Latincede ‘mucize yılı’