Doç. Dr. Emre Bağce
Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi
20. yüzyıl birçok kopuş ve kırılmanın yaşandığı bir yüzyıl oldu. Geleneksel imparatorluklar bu yüzyılda sona erdi; iki dünya savaşı bu yüzyılda yaşandı. Savaş sonrasından başlayıp neredeyse yüzyılın sonuna kadar süren dönemde yeryüzündeki tüm insanlar Soğuk Savaşı ve bu savaşın getirdiği paktlar arası rekabet ve kutuplaşmayı iliklerine kadar hissetti. İdeolojilerin kıyasıya çarpıştığı bu yüzyılda dünya aynı zamanda refah devleti ile tanıştı. Öte yandan, otoriter ve totaliter devlet anlayışı ve buna eşlik eden tek parti yönetimleri bu yüzyılda yükseldi ve geriledi. Yaşananlara paralel olarak, otoriterizm, totalitarizm ve tek parti yönetimleri üzerine yoğun tartışmalar yürütüldü. Otoriter ve/ya totaliter tek parti yönetimleri kendilerine savunucular bulmakta hiç de zorlanmadı.
Tek parti yönetimlerinde devlet, siyasal gücü ve bilgiyi tekelinde bulundurur. Devletin partiyle, partinin de liderle özdeşleştirilmesi ve bir adım sonra devletin ve toplumun liderle özdeşleştirilmesi tek parti yönetimlerinin belirgin özelliklerindendir. Öyle ki, lider görevinden veya işgal ettiği makamdan neredeyse sadece ölüm yoluyla ayrılır. Bu liderlik anlayışı yalnızca ideolojik bir temele sahip değildir, aynı zamanda bir yöntemi de yansıtır. Bu nedenle birbirinden bütünüyle farklı görünen veya çatışan ideolojilerin tarihte aynı yöntemleri benimsemiş olması bir rastlantı değildir. Çünkü bu ideolojiler, söylem farklılıklarına rağmen arka planda çok ciddi metodolojik varsayım ve kabulleri paylaşırlar. Siyasal ideolojilerin insan, toplum ve tarih algısı onların siyaset ve lider anlayışını derinden şekillendirir. Örneğin, faşizm ve Nazizm’de insan bir özneden ziyade devletin veya kendisine tanrısal nitelikler atfedilen liderin bir aracı biçiminde tarif edilir. Mussoli’nin kullandığı Duce unvanının İtalyancadaki karşılığı ‘lider’, ‘komutan’, ‘diktatör’dür; Hitler’in kullandığı Führer’in anlamı ise Almancada ‘lider’, ‘şef’, ‘yol gösterici’ ve ‘önder’dir. Nazizm’de führerprinzip olarak bilinen liderlik ilkesi ise lideri kutsayan, bireylerin varlığını ve kimliğini liderin kişiliğinde eriten, yok eden bir ilkedir. Öte yandan, sosyalizmin kimi yorumlarında özgürlükçü ve eşitlikçi bir bakış hakim olsa ve insan özne olarak tarihin aktörü görülse de, ortodoks veya kaba sosyalist yorumlarda ekonomizm ve determinizm kendini hemen göstermiştir. Böylece özne olarak insan sınıfa veya tarihe kolaylıkla kurban edilebilmiştir. Bu kapsamda, siyaset elitist veya öncü parti bağlamında ifade edilmiştir. Buradaki öncü veya vanguard teriminin askeri ve stratejik bir terim olduğu ve diğer ideolojilerin liderlik ilkesi ile ne ölçüde benzerlik gösterdiği dikkatten kaçmayacaktır. Muhafazakârlık ise insanı kusurlu bir varlık olarak tarif eder, geçmişi yüceltir; geleceğe kuşkuyla yaklaşır. Bu kapsamda elitist bir bakışı benimseyerek lidere vurgu yapar. Sınırlı bir siyaseti ve siyasal alanı yeğlediği için siyasetin ve demokrasinin toplumsallaşması gibi bir kaygıyı hissetmez bile. Bu nedenle siyaseti lider üzerinden anlamlandırmaya çalışır. Liberalizm ise her zaman hayli ikirciklidir.
Bir yandan geçmişi korumaya, diğer yandan da geleceğe ilerlemeye çalışır. Bu bakımdan radikal toplumsal, ekonomik, siyasal değişikliklerden ziyade reformist bir tutum takınır. Bir yandan özgürlüğe vurgu yapar, diğer yandan eşitliği unutur. İnsanın yaşam hakkından yola çıkar, bir müddet sonra en başat ilke olarak iktisadi aktörlerin piyasa özgürlüğünü benimser. Siyasal bir ideoloji olarak kapitalizmin yörüngesinde seyrettiği için çoğu kez kendini birçok durumda inkâr etme, dün söylediğini unutma, hatırlamama gibi zaafları bulunur. Sabık cumhurbaşkanlarından birinin ‘dün dündür, bugün bugündür’ sözü bu kapsamda beylik bir söz değildir; bilakis liberalizmin ve kapitalizmin nasıl da dönüştüğünü özlü şekilde anlatır. Sonuç itibariyle, faşizm, sosyalizm, milliyetçilik, liberalizm veya muhafazakârlık aynı yollarda yürüyebilirler, hatta araçsal rasyonelliği öncelemeleri, siyaseti değersizleştirmeleri veya daraltmaları, siyasal, toplumsal veya ekonomik diğer aktörler karşısında özne olarak insanı ikinci hatta üçüncü düzeylere indirgemeleri bakımından yolları sıkça kesişebilir de.
Türkiye’de uygulanan tek parti yönetimi de bir şeflik sistemi inşa etmeye çalışmıştır; bu kapsamda devlet partiyle, parti şeflerle özdeşleşmiş, siyaset elitist bir anlayışla yukarıdan aşağı bir mecra takip etmiştir. Böylece, Türkiye’de tek parti yönetiminden demokrasiye geçişin şekli ve yöntemi de yeni demokrasinin kötürüm doğduğunun habercisi olmuştur. Demokratik sistem kendi içinde büyük ölçüde buyurgan ve yukarıdan aşağı işleyen şeflik sisteminin mirasını ve oligarşik bir yapıyı barındırmıştır. Söz konusu cılız demokrasi bünyesinde, tek parti döneminden tevarüs edilen pozitivist, elitist aşağılama ve dışlama mekanizmaları ile Soğuk Savaş döneminin ötekileştirici mantığı birbiriyle kolayca kaynaşmıştır. Sonuçta, Soğuk Savaş döneminin tipik söylemi dost-düşman, biz-ötekiler karşıtlığı üzerine oturtulmuştu. Tarafların kendilerini gerçek gerçekliğin, diğerlerini ise yanlışlık, eksiklik, kötülük veya karanlığın temsilcisi olarak konumlandırmaları ayrıştırıcı ve dışlayıcı siyasetin hâkimiyetini perçinlemişti. Böylece siyasal hayat ve süreçler sürekli düşman üreten bir rota izlemiş; siyasal hayat duruma göre ilericilik-gericilik, dindarlık-laiklik, sağcılık-solculuk, Alevilik-Sünnilik veya Türkçülük-Kürtçülük eksenlerinde kutuplaşma, çatışma ve parçalanma üzerine inşa edilmişti.
Soğuk Savaş döneminin izlerini taşıyan bu siyaset tarzı ve ideolojik klişeler bugün toplumsal taleplere karşılık verebilme yeteneğini büyük ölçüde yitirmiş görünüyor.Toplumun farklı kesimlerini bütünleştirecek ve tüm taleplere makul şekilde karşılık verebilecek bir sistem için yeni fikirler ve modeller üretmek ve uygulamak gerekiyor.